12 Mayıs 2008 Pazartesi

YAZININ İCADI

İnsanoğlunun varlığının kanıtı...

Sözcükler, kelimeler ve harfler birbirimizle iletişime geçmek istediğimizde hepsi bir araya gelir ve anlatmak istediklerimizin giysileri oluverirler. Varoluşumuzdan itibaren başlayan kovalamacanın içerisinde derdimizi, sevgimizi, üzüntümüzü, mutluluğumuzu ve daha bir çok duygumuzu anlatan dünyayı bir uçtan diğer ucuna götüren kelimeler. Kimi zaman divitin ucuna takılarak, kimi zaman kalemlerin tercümanı olarak, kimi zaman da günümüz teknolojisi bilgisayarların klavyelerinde hayat bularak çıkıyor karşımıza...

Zaman içerisinde ise sözlü iletişimin yetersiz kalması insanoğlunu çeşitli arayışlara itmiş olmalı ki dumanla başlayan bu serüven, kuşlarla devam etmiş. Ardından geçilen her yerde, yaşanılan her mekanda duvarlardaki resimler anlatılmak istenen birçok kelimenin tarifi olmuş, iletilmek istenen mesajlar her birine anlam yüklenen eşyalarla gönderilmiş, ilerleyen tarih ise bir çok yeniliğe sahne olduğu gibi dil denen sistemi belli işaretlerle birleştirerek yazı olarak adlandırdığımız ifade şekli kağıda yansımış. Sözler, alfabe denilen seslerin yerini tutan işaretlere dönüşmüş.

Hiç kuşkusuz ki yazının insanlık tarihindeki önemini yadsıyamayız. Bu başlangıç tam 5000 yıl önce Sümerlerde tarihleniyor. Sümer ve Mezopotamya'da kullanılan yazı, çivi yazılarından Mısır hiyerogliflerine, hat sanatından kaligrafi çalışmalarına ve Çin'in düşünce yazılarına dek zaman içinde farklı biçimler alarak var oluyor.

Bugün bilinen en eski resim-yazı türü, eski Mısır hiyeroglifleri. Binlerce yıllık eski Mısır kültürü bu resim-yazılar sayesinde günümüze kadar ulaşabilmiş. Bilim adamları bu hiyeroglifleri çözebilmek için uzun yıllar harcadılar. Bazı resimler oldukça açıktı; savaş kazanan bir firavun, atlar üstünde askerler. Fakat bazı sıkça kullanılan semboller çözülemiyordu; kuşlar, kertenkeleler, böcekler, elleri havaya kalkık adamlar ve geometrik şekiller.

1822 yılında Fransız bilgini Champollion nihayet sırrı çözdü; Mısırlılar karışık bir sistem kullanıyorlardı. Bazen kelimeleri bazen de heceleri bir sembolle gösteriyorlardı. Daha sonra bazı sembolleri harf olarak da kullanmaya başladılar. Böyle kullandıkları 25 tane sembolleri vardı ama bir alfabe yapmak akıllarına gelmedi.

Bugün bilinen ilk alfabeyi eski Mısır’ı işgal eden ve Mısırlıların Hiksoslar (istilacılar) dedikleri can düşmanları olan bir Sami kavmi geliştirmiştir. Her bir harf için bir sembol bularak 21 harflik bir alfabe oluşturdular.

Mısırlıların yazılarının daha resmi andırdığı dönemlerde, Babillilerin ve Perslerin yazıları resim olmaktan çıkmış, irili ufaklı çizgiler haline gelmişti. Bunun nedeni de, kullanılan malzemenin kullanışsız olmasıydı. Mısırlılar genellikle taş veya papirüs kağıdı kullanıyorlardı. Oysa Babilliler ve Persler kilden yapılmış tuğla üstüne ve sivri çubuklarla kazıyorlardı. Çiviye benzeyen çizgiler ortaya çıkıyordu ve böylece çivi yazısı meydana geldi.

Kil üzerinde bir türlü başarılı sonuç alamayan Babilliler bu işten vazgeçerek resimler yerine kelimenin ilk hecesini göstermeye çalıştılar. Persler ise tamamen değişiklik yaparak harfli sisteme geçtiler.

Çivi yazısını ilk çözen bilim adamı Alman profesörü Grotefend oldu. Gerek hiyeroglifler ve gerekse çivi yazısı hükümdar isimlerinden hareket edilerek çözülebildi.

Hititler de hiyeroglif yazısı kullanıyorlardı. Bir Çek profesör 1915'te bu yazıları çözdü ve bu sayede tarih içinde Anadolu'da yaşamış ve o güne kadar bilinmeyen bir çok ulus da ortaya çıkarılmış oldu.

İlk vatanı Mısır olan harfler, gemici bir ulus olan Fenikeliler aracılığıyla kıyıdan kıyıya ve sonunda Avrupa'ya ulaştı. Yaşamları denizde geçen Fenikeliler resimle uğraşmaya pek zamanları olmadığı için, Mısırlılardan öğrendikleri harfleri biraz daha sadeleştirdiler. Fenikelilerden öğrendikleri harfleri daha da sadeleştiren eski Yunanlılar kendi alfabelerini; onlardan öğrenen Romalılar da bugün kullanılan Latin alfabesini oluşturdular.

9. yüzyılda Yunanistan'da yaşamış olan Kiril ve Metodiy adlı iki papaz, Hıristiyanlığı yaymak için Moldovya'ya giderler. Fakat Moldovyalılar yazıyı bilmedikleri için, bu papazlar çoğunu Yunanca alfabeden, bazılarını da kendileri uydurarak yeni bir alfabe yaptılar. Bu alfabe zamanla Rusya'ya kadar yayıldı ve bugün hala geniş bir alanda kullanılmaktadır.

Harflerin Mısır'dan başlayan yolculuğu Sina yarım adasına, Fenikelilerden Yunanlılara, Slavlardan Rusya'ya, Hindistan'a, Tibet'e ve Kore'ye kadar ulaşması yaklaşık olarak dörtbin yıl sürdü. Harflerin biçimleri sadeleşerek değişti fakat hep aynı sembol olarak kaldı.

Yazıyla başlayan serüven beraberinde yazmaya yarayan araçların keşfiyle de oldukça hareketlendi diyebiliriz. Hiç kuşkusuz ki yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmış. Taşların üzerinden, papirüse, mumlu levhalara, parşömene ve kağıda geçen harfler her malzemede daha bir başka şekil almış.

Geçmiş dönem yazı araçları arasında taş, koyunun kürek kemiği, balçık yaprağı, çanak çömlek parçaları, yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabuklarını görmek mümkün.

Bütün bunların üzerine ise sivriltilmiş bir kemikle ya da çakmak taşıyla kabaca çiziktirmeler mevcut.

Koyunların kürek kemiğine, çanak çömleğe; ardından ise palmiye yaprakları ile ağaç kabuklarına yazılan harfler papirüsün bulunmasıyla şekil değiştirse de eskilerde kullanılan taş üzerine yazmalar halen de günümüzde görülmektedir.

Bu saydıklarımızın dışında ilginç bir yazı yazma yöntemi ise bir zamanlar Dicle ile Fırat boylarında yaşayan Asurlularla Babilliler'in kullandığı sistemdir hiç kuşkusuz. Koyuncuk'ta, eski başkent Ninova yıkıntıları arasında bulunan Asur hükümdarı Asur Banibal'ın kitaplığındaki tüm kitaplar lüleci çamurundan yapılmıştı.

Bu sistemde Lüleci çamurundan oldukça büyük ve kalın levhalar hazırlanırmış. Yazıcı yazısını üç köşeli sivri çomağıyla bu levhaların üzerine yazarmış. Çomak çamurun içine batırılıp hızla çekilince kalın başlayıp incecik kuyruk halinde biten bir iz meydana gelirmiş. Babilliler ve Asurlular böylece çok çabuk yazı yazarak çivi yazısının düzgün ve incecik satırlarıyla levhaları (tabletleri) doldururlarmış. Bu iş bittikten sonra daha dayanıklı olması için çömlekçiye verilirmiş. Eski Asurlularda da çömlekçiler kitap pişirirlermiş. Böylece taş gibi dayanıklı kitaplar oluşurmuş.

Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok daha değişik. Bu kağıt kendisinden daha garip bir bitkiden elde ediliyormuş. Nil kıyılarının bataklık yerlerinde çıplak, uzun gövdeli ve tepesinde püskülü olan yine bir bitki, bu bitkinin adı papirüs. Dil bilim olarak da kelime bir çok ulusun diline yerleşmiştir. Papier (Almanca ve Fransızca), paper (İngilizce) olarak dünya dillerinde örnekleri vardır.

Romalıların icad ettiği balmumundan kitaplar ise neredeyse Fransız devrimine kadar kullanılmış. Sanırım gelmiş geçmiş icadların en ilginci olsa gerek, eriyebilen bir kitap. Her levhanın ortasında buraya sarı ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulurmuş. Bu levhaların iki köşesinde delikler varmış. Bu deliklerden geçirilen kurdelalarla, levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırmış. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzeylerinde balmumu bulunmaz, böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazmış.

Bu levhaların üzerine ise bir ucu sivriltilmiş, öteki ucu yuvarlaklaştırılmış çelik kalemler kullanılmış. Kalemin sivri ucu ile yazar, yuvarlak ucu ile de düzeltir ya da silerlermiş. Bir bakıma bizim bugün kullandığımız lastik silgilerin de ilkleri diyebiliriz bu araçlara. Balmumu yazı tahtaları çok ucuz olduğundan karalamalar, notlar günlük hesaplamalar bunların üzerine yazılmış. Roma'ya uzak Mısır'a getirilen papirüs ise oldukça pahalıya geliyormuş. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılmış.

Papirüsün en parlak döneminde ise ona zorlu bir rakip türemişti. Parşömen! Eski Mısır'ın İskenderiye kentindeki İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir başka kitaplık, Anadolu'daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı.

O sırada hükümdarlık eden Mısır Firavunu, Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden papirüs gönderilmesini yasakladı.

Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya yarayacak bir madde hazırlamalarını buyurdu, işte o günden sonra Bergama Dünyaya parşömen satan bir yer haline geldi.

Yunanca "pergament" adını alan Parşömen, doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olmuştu. Kısa bir süre sonra Parşömenin katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı ayrı yapraklardan dikilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.

Zamanla Mısır'da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar Mısır'ı aldıktan sonra Mısır'dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşömen kesin bir zafere ulaştı.

O çağlarda kullanılan mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan, özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep, bugün de bir çok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası), demir sülfattan ve reçineden (yada Arap zamkından) yapılırdı. İşte artık kağıdın icat edilmiş olduğu günlerden kalma eski bir elyazmasında bulunan ve o zamanki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete:

"Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da sıcak bir yere bırakınız. Elde edilecek sarı suyu bir bezden süzdükten sonra ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Bununla karıştırılmış, demir sülfat katınız. Sık sık, bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz. Mazıların yeter derecede, Ren şarabının damazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir. İstediğiniz ölçüyü tutturabilmeniz için demir sülfatı azar azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kağıdın üzerinde bir deneyiniz. İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz, koyultmak için bir reçine tozu katınız, sonra da dilediğinizi yazınız."

Bu eski mürekkebin şaşırtan bir özelliği ise, yazının rengi yazarken çok soluk olur daha sonradan kendi kendine kararırdı. Günümüzde kullanılan mürekkep ise içine boya katılabilir olmasından dolayı böyle bir şey yaşanmıyor tabii ki bu da yazan kişinin de okuyan kişi kadar iyi görebilmesini sağlıyor.


İşte böylesine serüvenler yaşayan yazı malzemesi papirüs nasıl parşömene yenildiyse, eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin bildiği kağıt'a bırakmak zorunda kaldı.

Kağıdı ilk yapanlar, Çinliler. 2000 yıl kadar önce, daha Avrupa'da Yunanlılar ve Romalılar ünlü Mısır papirüsleri üzerine yazı yazarken, Çinliler kağıt yapmayı çoktan biliyorlardı. Kağıt yapmak için bambu lifleri, bazı otlar ve eski paçavralar kullanılıyordu. Bunları, bir dibek içinde suyla karıştırıp hamur haline getiriyorlardı. Bu hamurdan da kağıt yapılıyordu. Burada kalıp olarak incecik bambu kamışıyla ipekten kafes şeklinde örülmüş çevreler kullanılıyordu. Kalıbın üzerine kağıt kurumadan biraz dökülüp, liflerin birbirine yapışması ve keçe haline gelmesi için kalıp her tarafa eğilirdi. Su, kafesin deliklerinden akar, kafesin üstünde de ıslak kağıt tabakası kalırdı. Bu tabakayı dikkatle kaldırır, bir tahtanın üzerine serer ve güneşte kuruturlardı. Sonunda bu kurutulmuş kağıt yapraklarından bir tomarını tahtadan yapılmış bir baskı aracının altına koyarlardı.

Kağıdın Asya'dan Avrupa'ya gelmesi yıllar aldı. Bu iş bazı aşamalardan geçti: 704 yılında Araplar, Orta Asya'da Semerkant kentini aldılar. Orada ellerine geçirdikleri bir çok ganimet arasında kağıt yapmanın sırrını da alıp ülkelerine götürdüler. Bu yolla Arapların eline geçen kağıt nedeniyle Sicilya, İspanya ve Suriye gibi ülkelerde kağıt fabrikaları kuruldu. Suriye'nin Avrupalıların Bambiç diye adlandırdıkları Manbiç kentinde de bir fabrika kurulmuştu. Arap tacirleri karanfil, biber ve güzel kokular gibi doğu mallarıyla birlikte Avrupa'ya Manbiç kağıdı da götürüyorlardı. Kağıtların en iyisi bütün tabakalar halinde satılan "Bağdat Kağıdı" sayılıyordu. Mısır'da çeşitli kağıt türleri yapılmaktaydı. Bunların arasında çok büyük tabakalar halinde yapılan "İskenderiye kağıdı"ndan tutun da, güvercin postalarında kullanılan küçücük tabakalara kadar her türlü kağıt vardı.

Bu tür kağıt eski paçavralardan yapılmaktaydı. Siyah benekli bir rengi vardı. Işığa tutulduğunda, yer yer paçavra parçaları bile görülüyordu.

Kağıdın bulunması ise yazı yazmayı sağlayacak aracın yani kalemin çıkışına sebep oldu. Önceleri sivri uçlu kemiklerin ya da çakmak taşlarının kullanıldığını görsek de zaman içinde bu aletler yine sivriltilmiş olmak üzere demir parçalarına dönüşerek divit ismini almışlar. Mürekkebe daldırılarak kullanılan bu ucu tüylü kalemler, hokka denilen mürekkep kutularının içine daldırılıp renk almasını sağlayarak kağıdın üzerinde kelimelerin hayat bulmasına yardımcı olmuşlar. Hokkanın ve divitin kullanımını uzun yıllar görmek mümkün.

Özellikle Müslüman dünyasında Hat Sanatında kullanılan ve dönem içerisinde bir çok önemli yazışmaların tanığı olan divitlerin fazlaca çeşidi yaratılarak kullanılmıştır.

Yine zaman içerisinde divitlerin yerini kurşun, tükenmez, ispirtolu ve daha bir çok çeşidiyle kaleme bıraktığına da tanık olmak mümkün.

Bununla da yetinmeyen insanoğlu yazıyı düzgün sıralı, aynı boyutlarda, aralıklı değişik karakterlere büründürebilmek için daktiloyla çıkıyor ortaya. Eni boyu eşit, tek sıra halinde, aralıkları ayarlanabilir yazılar yazabilen daktiloyla.

Ucu sivriltilmiş çelik çubuklardan, tüylerle süslenmiş divitlerden, doğanın binbir rengini dağıtan kalemlere kadar geçen bu sürede ise bilgisayarın gelişi hepsini çoktan unutturdu. Hal hatır sormak için yazılan o güzelim el yazısı mektuplar da yerini elektronik ortamda e-mail denilen sisteme bıraktı. Mektup arkadaşlığı dediğimiz yabancı ülkelerle bağlantı kurmaya, yabancı dilimizi geliştirmeye çalıştığımız mektuplar ise yine elektronik ortamda chat adı altında, hatta görüntü yollayabilecek kapasitede haberleşme oldu. Bunlarda yetmezmiş gibi aslına bakacak olursanız yazı yazmayı da bir kenara bırakıp kelimelerin baş harflerini kullanarak yaşantımız içindeki bir çok şeyi de kısaltarak ifade eder olduk.

Yanlış anlamayın tüm bu yeniliklerden, gelişen teknolojiden şikayetim yok ama el yazısı, mürekkep kokan mektupları, küçük not defterlerini özlüyorum hepsi bu. Kendimizi ifade etmenin güzel yollarından biri yazmak. Belki konuşamadığımız, söyleyemediğimiz bir çok kelimenin yansıması. Aşkı, sevgiyi, hüznü anlatan ve bize ait olan duyguların özgürlüğü belki de. Geçmişten bizlere, bizlerden geleceğe uzanan tarih yolculuğunun, varlığımızın kanıtı bir anlamda.

Böylesine önemli ve gerekli bir iletişim sistemini kısaltarak sağından solundan kırparak kullanmaktansa geleceğe bırakacağımız bilgiler olarak düşünerek daha doğru kullanmamız gerektiğine inanıyorum. Yazının noktaları, virgülleri arasında çıktığınız yollarda, iyi yolculuklar...

Fotoğraflar: Gönen Gerzile - Nihal Gündüz