12 Mayıs 2008 Pazartesi

YAZININ İCADI

İnsanoğlunun varlığının kanıtı...

Sözcükler, kelimeler ve harfler birbirimizle iletişime geçmek istediğimizde hepsi bir araya gelir ve anlatmak istediklerimizin giysileri oluverirler. Varoluşumuzdan itibaren başlayan kovalamacanın içerisinde derdimizi, sevgimizi, üzüntümüzü, mutluluğumuzu ve daha bir çok duygumuzu anlatan dünyayı bir uçtan diğer ucuna götüren kelimeler. Kimi zaman divitin ucuna takılarak, kimi zaman kalemlerin tercümanı olarak, kimi zaman da günümüz teknolojisi bilgisayarların klavyelerinde hayat bularak çıkıyor karşımıza...

Zaman içerisinde ise sözlü iletişimin yetersiz kalması insanoğlunu çeşitli arayışlara itmiş olmalı ki dumanla başlayan bu serüven, kuşlarla devam etmiş. Ardından geçilen her yerde, yaşanılan her mekanda duvarlardaki resimler anlatılmak istenen birçok kelimenin tarifi olmuş, iletilmek istenen mesajlar her birine anlam yüklenen eşyalarla gönderilmiş, ilerleyen tarih ise bir çok yeniliğe sahne olduğu gibi dil denen sistemi belli işaretlerle birleştirerek yazı olarak adlandırdığımız ifade şekli kağıda yansımış. Sözler, alfabe denilen seslerin yerini tutan işaretlere dönüşmüş.

Hiç kuşkusuz ki yazının insanlık tarihindeki önemini yadsıyamayız. Bu başlangıç tam 5000 yıl önce Sümerlerde tarihleniyor. Sümer ve Mezopotamya'da kullanılan yazı, çivi yazılarından Mısır hiyerogliflerine, hat sanatından kaligrafi çalışmalarına ve Çin'in düşünce yazılarına dek zaman içinde farklı biçimler alarak var oluyor.

Bugün bilinen en eski resim-yazı türü, eski Mısır hiyeroglifleri. Binlerce yıllık eski Mısır kültürü bu resim-yazılar sayesinde günümüze kadar ulaşabilmiş. Bilim adamları bu hiyeroglifleri çözebilmek için uzun yıllar harcadılar. Bazı resimler oldukça açıktı; savaş kazanan bir firavun, atlar üstünde askerler. Fakat bazı sıkça kullanılan semboller çözülemiyordu; kuşlar, kertenkeleler, böcekler, elleri havaya kalkık adamlar ve geometrik şekiller.

1822 yılında Fransız bilgini Champollion nihayet sırrı çözdü; Mısırlılar karışık bir sistem kullanıyorlardı. Bazen kelimeleri bazen de heceleri bir sembolle gösteriyorlardı. Daha sonra bazı sembolleri harf olarak da kullanmaya başladılar. Böyle kullandıkları 25 tane sembolleri vardı ama bir alfabe yapmak akıllarına gelmedi.

Bugün bilinen ilk alfabeyi eski Mısır’ı işgal eden ve Mısırlıların Hiksoslar (istilacılar) dedikleri can düşmanları olan bir Sami kavmi geliştirmiştir. Her bir harf için bir sembol bularak 21 harflik bir alfabe oluşturdular.

Mısırlıların yazılarının daha resmi andırdığı dönemlerde, Babillilerin ve Perslerin yazıları resim olmaktan çıkmış, irili ufaklı çizgiler haline gelmişti. Bunun nedeni de, kullanılan malzemenin kullanışsız olmasıydı. Mısırlılar genellikle taş veya papirüs kağıdı kullanıyorlardı. Oysa Babilliler ve Persler kilden yapılmış tuğla üstüne ve sivri çubuklarla kazıyorlardı. Çiviye benzeyen çizgiler ortaya çıkıyordu ve böylece çivi yazısı meydana geldi.

Kil üzerinde bir türlü başarılı sonuç alamayan Babilliler bu işten vazgeçerek resimler yerine kelimenin ilk hecesini göstermeye çalıştılar. Persler ise tamamen değişiklik yaparak harfli sisteme geçtiler.

Çivi yazısını ilk çözen bilim adamı Alman profesörü Grotefend oldu. Gerek hiyeroglifler ve gerekse çivi yazısı hükümdar isimlerinden hareket edilerek çözülebildi.

Hititler de hiyeroglif yazısı kullanıyorlardı. Bir Çek profesör 1915'te bu yazıları çözdü ve bu sayede tarih içinde Anadolu'da yaşamış ve o güne kadar bilinmeyen bir çok ulus da ortaya çıkarılmış oldu.

İlk vatanı Mısır olan harfler, gemici bir ulus olan Fenikeliler aracılığıyla kıyıdan kıyıya ve sonunda Avrupa'ya ulaştı. Yaşamları denizde geçen Fenikeliler resimle uğraşmaya pek zamanları olmadığı için, Mısırlılardan öğrendikleri harfleri biraz daha sadeleştirdiler. Fenikelilerden öğrendikleri harfleri daha da sadeleştiren eski Yunanlılar kendi alfabelerini; onlardan öğrenen Romalılar da bugün kullanılan Latin alfabesini oluşturdular.

9. yüzyılda Yunanistan'da yaşamış olan Kiril ve Metodiy adlı iki papaz, Hıristiyanlığı yaymak için Moldovya'ya giderler. Fakat Moldovyalılar yazıyı bilmedikleri için, bu papazlar çoğunu Yunanca alfabeden, bazılarını da kendileri uydurarak yeni bir alfabe yaptılar. Bu alfabe zamanla Rusya'ya kadar yayıldı ve bugün hala geniş bir alanda kullanılmaktadır.

Harflerin Mısır'dan başlayan yolculuğu Sina yarım adasına, Fenikelilerden Yunanlılara, Slavlardan Rusya'ya, Hindistan'a, Tibet'e ve Kore'ye kadar ulaşması yaklaşık olarak dörtbin yıl sürdü. Harflerin biçimleri sadeleşerek değişti fakat hep aynı sembol olarak kaldı.

Yazıyla başlayan serüven beraberinde yazmaya yarayan araçların keşfiyle de oldukça hareketlendi diyebiliriz. Hiç kuşkusuz ki yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmış. Taşların üzerinden, papirüse, mumlu levhalara, parşömene ve kağıda geçen harfler her malzemede daha bir başka şekil almış.

Geçmiş dönem yazı araçları arasında taş, koyunun kürek kemiği, balçık yaprağı, çanak çömlek parçaları, yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabuklarını görmek mümkün.

Bütün bunların üzerine ise sivriltilmiş bir kemikle ya da çakmak taşıyla kabaca çiziktirmeler mevcut.

Koyunların kürek kemiğine, çanak çömleğe; ardından ise palmiye yaprakları ile ağaç kabuklarına yazılan harfler papirüsün bulunmasıyla şekil değiştirse de eskilerde kullanılan taş üzerine yazmalar halen de günümüzde görülmektedir.

Bu saydıklarımızın dışında ilginç bir yazı yazma yöntemi ise bir zamanlar Dicle ile Fırat boylarında yaşayan Asurlularla Babilliler'in kullandığı sistemdir hiç kuşkusuz. Koyuncuk'ta, eski başkent Ninova yıkıntıları arasında bulunan Asur hükümdarı Asur Banibal'ın kitaplığındaki tüm kitaplar lüleci çamurundan yapılmıştı.

Bu sistemde Lüleci çamurundan oldukça büyük ve kalın levhalar hazırlanırmış. Yazıcı yazısını üç köşeli sivri çomağıyla bu levhaların üzerine yazarmış. Çomak çamurun içine batırılıp hızla çekilince kalın başlayıp incecik kuyruk halinde biten bir iz meydana gelirmiş. Babilliler ve Asurlular böylece çok çabuk yazı yazarak çivi yazısının düzgün ve incecik satırlarıyla levhaları (tabletleri) doldururlarmış. Bu iş bittikten sonra daha dayanıklı olması için çömlekçiye verilirmiş. Eski Asurlularda da çömlekçiler kitap pişirirlermiş. Böylece taş gibi dayanıklı kitaplar oluşurmuş.

Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok daha değişik. Bu kağıt kendisinden daha garip bir bitkiden elde ediliyormuş. Nil kıyılarının bataklık yerlerinde çıplak, uzun gövdeli ve tepesinde püskülü olan yine bir bitki, bu bitkinin adı papirüs. Dil bilim olarak da kelime bir çok ulusun diline yerleşmiştir. Papier (Almanca ve Fransızca), paper (İngilizce) olarak dünya dillerinde örnekleri vardır.

Romalıların icad ettiği balmumundan kitaplar ise neredeyse Fransız devrimine kadar kullanılmış. Sanırım gelmiş geçmiş icadların en ilginci olsa gerek, eriyebilen bir kitap. Her levhanın ortasında buraya sarı ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulurmuş. Bu levhaların iki köşesinde delikler varmış. Bu deliklerden geçirilen kurdelalarla, levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırmış. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzeylerinde balmumu bulunmaz, böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazmış.

Bu levhaların üzerine ise bir ucu sivriltilmiş, öteki ucu yuvarlaklaştırılmış çelik kalemler kullanılmış. Kalemin sivri ucu ile yazar, yuvarlak ucu ile de düzeltir ya da silerlermiş. Bir bakıma bizim bugün kullandığımız lastik silgilerin de ilkleri diyebiliriz bu araçlara. Balmumu yazı tahtaları çok ucuz olduğundan karalamalar, notlar günlük hesaplamalar bunların üzerine yazılmış. Roma'ya uzak Mısır'a getirilen papirüs ise oldukça pahalıya geliyormuş. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılmış.

Papirüsün en parlak döneminde ise ona zorlu bir rakip türemişti. Parşömen! Eski Mısır'ın İskenderiye kentindeki İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir başka kitaplık, Anadolu'daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı.

O sırada hükümdarlık eden Mısır Firavunu, Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden papirüs gönderilmesini yasakladı.

Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya yarayacak bir madde hazırlamalarını buyurdu, işte o günden sonra Bergama Dünyaya parşömen satan bir yer haline geldi.

Yunanca "pergament" adını alan Parşömen, doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olmuştu. Kısa bir süre sonra Parşömenin katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı ayrı yapraklardan dikilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.

Zamanla Mısır'da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar Mısır'ı aldıktan sonra Mısır'dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşömen kesin bir zafere ulaştı.

O çağlarda kullanılan mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan, özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep, bugün de bir çok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası), demir sülfattan ve reçineden (yada Arap zamkından) yapılırdı. İşte artık kağıdın icat edilmiş olduğu günlerden kalma eski bir elyazmasında bulunan ve o zamanki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete:

"Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da sıcak bir yere bırakınız. Elde edilecek sarı suyu bir bezden süzdükten sonra ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Bununla karıştırılmış, demir sülfat katınız. Sık sık, bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz. Mazıların yeter derecede, Ren şarabının damazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir. İstediğiniz ölçüyü tutturabilmeniz için demir sülfatı azar azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kağıdın üzerinde bir deneyiniz. İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz, koyultmak için bir reçine tozu katınız, sonra da dilediğinizi yazınız."

Bu eski mürekkebin şaşırtan bir özelliği ise, yazının rengi yazarken çok soluk olur daha sonradan kendi kendine kararırdı. Günümüzde kullanılan mürekkep ise içine boya katılabilir olmasından dolayı böyle bir şey yaşanmıyor tabii ki bu da yazan kişinin de okuyan kişi kadar iyi görebilmesini sağlıyor.


İşte böylesine serüvenler yaşayan yazı malzemesi papirüs nasıl parşömene yenildiyse, eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin bildiği kağıt'a bırakmak zorunda kaldı.

Kağıdı ilk yapanlar, Çinliler. 2000 yıl kadar önce, daha Avrupa'da Yunanlılar ve Romalılar ünlü Mısır papirüsleri üzerine yazı yazarken, Çinliler kağıt yapmayı çoktan biliyorlardı. Kağıt yapmak için bambu lifleri, bazı otlar ve eski paçavralar kullanılıyordu. Bunları, bir dibek içinde suyla karıştırıp hamur haline getiriyorlardı. Bu hamurdan da kağıt yapılıyordu. Burada kalıp olarak incecik bambu kamışıyla ipekten kafes şeklinde örülmüş çevreler kullanılıyordu. Kalıbın üzerine kağıt kurumadan biraz dökülüp, liflerin birbirine yapışması ve keçe haline gelmesi için kalıp her tarafa eğilirdi. Su, kafesin deliklerinden akar, kafesin üstünde de ıslak kağıt tabakası kalırdı. Bu tabakayı dikkatle kaldırır, bir tahtanın üzerine serer ve güneşte kuruturlardı. Sonunda bu kurutulmuş kağıt yapraklarından bir tomarını tahtadan yapılmış bir baskı aracının altına koyarlardı.

Kağıdın Asya'dan Avrupa'ya gelmesi yıllar aldı. Bu iş bazı aşamalardan geçti: 704 yılında Araplar, Orta Asya'da Semerkant kentini aldılar. Orada ellerine geçirdikleri bir çok ganimet arasında kağıt yapmanın sırrını da alıp ülkelerine götürdüler. Bu yolla Arapların eline geçen kağıt nedeniyle Sicilya, İspanya ve Suriye gibi ülkelerde kağıt fabrikaları kuruldu. Suriye'nin Avrupalıların Bambiç diye adlandırdıkları Manbiç kentinde de bir fabrika kurulmuştu. Arap tacirleri karanfil, biber ve güzel kokular gibi doğu mallarıyla birlikte Avrupa'ya Manbiç kağıdı da götürüyorlardı. Kağıtların en iyisi bütün tabakalar halinde satılan "Bağdat Kağıdı" sayılıyordu. Mısır'da çeşitli kağıt türleri yapılmaktaydı. Bunların arasında çok büyük tabakalar halinde yapılan "İskenderiye kağıdı"ndan tutun da, güvercin postalarında kullanılan küçücük tabakalara kadar her türlü kağıt vardı.

Bu tür kağıt eski paçavralardan yapılmaktaydı. Siyah benekli bir rengi vardı. Işığa tutulduğunda, yer yer paçavra parçaları bile görülüyordu.

Kağıdın bulunması ise yazı yazmayı sağlayacak aracın yani kalemin çıkışına sebep oldu. Önceleri sivri uçlu kemiklerin ya da çakmak taşlarının kullanıldığını görsek de zaman içinde bu aletler yine sivriltilmiş olmak üzere demir parçalarına dönüşerek divit ismini almışlar. Mürekkebe daldırılarak kullanılan bu ucu tüylü kalemler, hokka denilen mürekkep kutularının içine daldırılıp renk almasını sağlayarak kağıdın üzerinde kelimelerin hayat bulmasına yardımcı olmuşlar. Hokkanın ve divitin kullanımını uzun yıllar görmek mümkün.

Özellikle Müslüman dünyasında Hat Sanatında kullanılan ve dönem içerisinde bir çok önemli yazışmaların tanığı olan divitlerin fazlaca çeşidi yaratılarak kullanılmıştır.

Yine zaman içerisinde divitlerin yerini kurşun, tükenmez, ispirtolu ve daha bir çok çeşidiyle kaleme bıraktığına da tanık olmak mümkün.

Bununla da yetinmeyen insanoğlu yazıyı düzgün sıralı, aynı boyutlarda, aralıklı değişik karakterlere büründürebilmek için daktiloyla çıkıyor ortaya. Eni boyu eşit, tek sıra halinde, aralıkları ayarlanabilir yazılar yazabilen daktiloyla.

Ucu sivriltilmiş çelik çubuklardan, tüylerle süslenmiş divitlerden, doğanın binbir rengini dağıtan kalemlere kadar geçen bu sürede ise bilgisayarın gelişi hepsini çoktan unutturdu. Hal hatır sormak için yazılan o güzelim el yazısı mektuplar da yerini elektronik ortamda e-mail denilen sisteme bıraktı. Mektup arkadaşlığı dediğimiz yabancı ülkelerle bağlantı kurmaya, yabancı dilimizi geliştirmeye çalıştığımız mektuplar ise yine elektronik ortamda chat adı altında, hatta görüntü yollayabilecek kapasitede haberleşme oldu. Bunlarda yetmezmiş gibi aslına bakacak olursanız yazı yazmayı da bir kenara bırakıp kelimelerin baş harflerini kullanarak yaşantımız içindeki bir çok şeyi de kısaltarak ifade eder olduk.

Yanlış anlamayın tüm bu yeniliklerden, gelişen teknolojiden şikayetim yok ama el yazısı, mürekkep kokan mektupları, küçük not defterlerini özlüyorum hepsi bu. Kendimizi ifade etmenin güzel yollarından biri yazmak. Belki konuşamadığımız, söyleyemediğimiz bir çok kelimenin yansıması. Aşkı, sevgiyi, hüznü anlatan ve bize ait olan duyguların özgürlüğü belki de. Geçmişten bizlere, bizlerden geleceğe uzanan tarih yolculuğunun, varlığımızın kanıtı bir anlamda.

Böylesine önemli ve gerekli bir iletişim sistemini kısaltarak sağından solundan kırparak kullanmaktansa geleceğe bırakacağımız bilgiler olarak düşünerek daha doğru kullanmamız gerektiğine inanıyorum. Yazının noktaları, virgülleri arasında çıktığınız yollarda, iyi yolculuklar...

Fotoğraflar: Gönen Gerzile - Nihal Gündüz

20 Nisan 2008 Pazar

ÇAY

Güvertedeyim...
Elimde ince belli bir bardak, denizi seyrediyorum.
Güvertedeyim...
Sıkı sıkı sarılmaşım çay bardağıma, elimde sigaram,
Bir parça martılara, bir parça bana simidimden.
Güvertedeyim...
İstanbul’un eşsiz güzellikteki kucağında, çayımı yudumluyorum.
O acımtırak tadını soğuğa aldırmadan içimde hissediyorum,
Elimde bir bardak çay, güvertedeyim...

Her nerede olursa olsun, hangi saatte olursa olsun sanırım bir vapurun güvertesinde sizde bu anları yaşamışsınızdır. Yaşamadım diyenleriniz varsa kapayın gözlerinizi, alın elinize ince belli bardağınızı ve hepbirlikte bir gezintiye çıkalım.

Kimisine göre tiryakiliktir çay, kimisine göre keyif, kimisine göre de ayılmanın iksiri. Şu zamana kadar tanıdığım o kadar çok insan var ki çaysız olmazsa olmaz diyen. Sizlerde tanımışsınızdır muhakkak ki. Bir bardağı biterken diğerini isteyenleri, sabah daha aydınlanmadan demliğini ocağa koyanları, hele yolculuğa çıkıldığında en yakın dostlarını termos ilan edenleri...

Yok yok abartmıyorum gerçekten öyle bir şey çay. Çocukluğumda hiç anlam veremediğim, özellikle bahsetmeden edemeyeceğim büyük halamın çay tiryakiliğini şimdi şimdi anlar oldum. Halamla nereye gidersek gidelim, halam ilk çayını söyler ardından ikinci çayı da sipariş verirdi. Üstelik mutlaka da ince belli gerçek çay bardağı olsun diye de eklerdi.

Şimdilerde ne zaman yoğunluktan bir ara kafamı kaldırır olsam bir çay alıyorum kendime, ne zaman dışarı çıksam önce namı değer ince belli bardakta bir çay söylüyorum... Laf aramızda hatta bazen ikincisinin siparişini de veriyorum...
Bu kadar çaydan bahsettikten sonra sizde şimdi şöyleee, arkanıza yaslanın, bir bardak çay söyleyin kendinize ve çay hakkında bildiğimiz bilmediğimiz herşeyi öğrenmeye yola çıkalım.

M.Ö. 2737 yılında geçtiği rivayet olunan efsaneye göre, Çin İmparatoru Shen Nung bahçesindeki ağaçların gölgesi altında tatlı bir öğle uykusundayken yanıbaşındaki hizmetkarı bir kapta su kaynatmaktaymış. İnanışa göre, imparator uyanınca bu suyu içecek böylece sağlığını korumuş olacakmış. İşte o esnada hınzır bir rüzgar esmiş ve kabın içine birkaç yaprak düşmüş. Uykusundan kalkan imparator sıcak suyun renginin koyulaştığını görünce meraklanmış. Birkaç damla tadınca da yüzüne bir gülümseme yayılmış. Ve işte çay böylece keşfedilmiş.

Her ne kadar doğru bilemem ama edindiğim tüm kaynaklarda böyle başlıyor çayın öyküsü. Daha sonraki gelişmesi ise İ.S. 6 yüzyıl sonlarında Japonya’ya da tanıtılmasıyla devam ediyor. Avrupa’ya getirilmesi ise 17. yüzyılı denk geliyor. Ve o dönemlerde özellikle İngilizler tarafından çay, pek bir ilgi görüp özel bir yer tutmaya başlıyor. İngilizlerin beğenisini kazanan çayın gelişimi ise bu tarihlerden sonra pek dur durak tanımıyor. Dünyanın en büyük çay üreticileri Hindistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, Tayvan, Türkiye ve Sri Lanka olarak geçiyor. Sri Lanka eskiden Seylan adıyla tanındığı için ise bu ülkede üretilen çay hala “Seylan Çayı” olarak biliniyor.

Çayın yolculuğu...
Trans - Sibirya demiryolu yapılmadan önce, Çin’de üretilen çay deve kervanlarıyla uçsuz bucaksız Mançurya, Moğolistan ve Sibirya topraklarından geçerek Rusya’ya getirilirmiş. Bu uzun yolculuk için, ince toz haline getirilen çay buharla nemlendirilir, tuğla gibi bloklar biçiminde sıkıştırılır ve taze hayvan derilerine doldurulurmuş. Yaş deri tulum kuruyup daraldıkça çay sıkışık sertleşerek deve sırtında daha kolay taşınırmış. Günümüzde de bu blokların kullanıldığı bilinmekte. Levhalar halinde sıkıştırılmış çay ise Mançurya’da, Moğolistan’da ve Sibirya’nın bazı bölgelerinde para yerine de kullanılmış.

Çay bitkisi...
Çay, Asya’nın güneydoğu bölgelerinde kendiliğinden yetişen ve doğal haline bırakıldığında küçük bir ağaç kadar boylanan bir bitkidir. “Camellia Sinensis” ya da “Thea Sinensis” olarak bilinen bu bitkinin yapraklarından içecek olarak yararlanmak yaklaşık 17. yüzyıldan sonra yaygınlaşmış ve bugün dünyanın hemen hemen her yerinde çay tarımı yapılır hale gelmiştir.

Çay fideleri tohumdan ya da genç sürgünlerden kesilen parçalardan fideliklerde üretilmekte, sonra asıl yetişecekleri yerlere aktarılmaktalar. Çay hasadı adı verilen yaprak toplamaya ise üçüncü yılda başlanıyor. Hassatta genellikle, dalların tepe tomurcuğu ile onun altındaki iki genç yaprak koparılırken, tam yetişkin bir çay bitkisinden 70gr kadar kuru çay elde edimektedir. İyi bakıldığında çay bitkisinin üretkenliği ise 40 yıl kadar sürebiliyor.

En üstün nitelikle çaylar yüksekçe yerlerdeki çay bahçelerinden elde ediliyor. Buralarda hava daha serin olduğundan körpe yaprakların gelişmesi daha yavaş olduğundan alçak kesimlerdeki sıcak bahçelerde olduğu gibi yapraklar kartlaşıp sertleşmiyor. Sri Lanka’nın önemli çay bahçeleri ülkenin orta kesimindeki tepelerde, Hindistan’dakiler ise Himalaya Dağları eteklerinde bulunan dağlık Darciling’de bulunuyor. Gene de Hindistan’ın çay üretiminin en büyük bölümü hem tepelerde hem de vadilerde çay yetiştirilen, kuzeydoğudaki Assam bölgesinde gerçekleştiriliyor. Yükseklik kadar hava ve toprak koşulları da çayın niteliğini etkiliyor. Bitkinin veriminin istenen nitelikte olması için toprağın asitli, iklimin de nemli ve yağışlı olması önemli bir yer tutuyor.
Türkiye’de çay...

Dünyanın önemli çay üreticileri arasında yer alan Türkiye’de, toprak ve iklim koşullarının çay tarımına uygun olduğu tek yöre Karadeniz Bölgesi’nin doğu bölümüdür. İlk kez 19. yüzyıl sonlarında Japonya’dan getirilen tohumlarla Bursa’da başlayan çay tarımı başarısız olmuş. Ancak 1918’de Batum’da yapılan çalışmalarda ise ilk başarılı sonuç elde edilmiş. Cumhuriyet’ten sonra çay tarımını düzenleyen ilk yasa 1924’te çıkarılmış; ardından aynı yıl Rize’de “Çay Araştırma Enstitüsü” kurulmuş. 1930’ların sonundan başlayarak çay tarımı gelişme göstererek, 1985’e kadar devlet tekelinde olan çay alımı, işlenmesi ve satımı o yıl yerli ve yabancı firmalara açılmış.
Çay 1940 yılına kadar küçük atölyelerde elle işleniyormuş. 1941 ve 1942 yıllarında, yerli yapım yaprak kıvırma makineleriyle üretim yapılan iki atölye kurulmuş. 1947’de ise ilk çay fabrikası Rize’de üretime geçmiş. 1930’ların sonunda 150 hektar olan çay tarım alanı 1987 yılında 80 bin hektarı aşmıştır. Aynı yıl 661 bin ton yaş çay yaprağından elde edilen kuru çay 138 bin tonun üzerine çıkmıştır. Yaş çay üretiminde ilk sırayı alan Rize’yi Trabzon, Artvin, Giresun ve Ordu illeri izlemektedir.

Çayın ilkleri

İlk çay üstadı: 8. yüzyılda yaşayan Lu Tung, inzivaya çekilerek ömrünü çay hazırlama yöntemlerine adamış.

İlk demleme çay: Çay demleme yöntemi ilk kez, 1368 yılında Çin’de kurulan Ming Hanedanı döneminde geliştirilmiş.

Çay Avrupa’da: Avrupa’ya ilk parti çay, Hollandalıların kurduğu Doğu Hindistan Kumpanyası tarafından 1606 yılında Çin’den getirilmiş.

İlk çay ilanı: İngiltere’de yayınlanan haftalık Mercurius Politicus adlı gazetenin 23 Eylül 1658 tarihli sayısında Sultaness Head adlı şirket tarafından verilen çay ilanı yer almış.
İlk çay casusu: 19. yüzyılda Robert Fortune adlı bir İngiliz, Avrupalıların girmesi yasak olan Çin şehirlerini kılık değiştirerek gezmiş ve o güne dek, sadece Çinlilerin bildiği çaya ilişkin bütün sırları öğrenmiş.

Buzlu çayın keşfi: 1904 yılında ABD’de düzenlenen bir fuarda İngiliz işadamı Richard blechynden, sıcaktan terleyen müşterilere çay satmak için bir bardağın içine birkaç parça buz koymuş ve üstüne sıcak çay dökmüş. İngiliz işadamının bu keşfi çok kısa sürede bütün dünyaya yayılmış.

Poşet çayın keşfi: Thomas Sullivan adlı bir çay tüccarı, müşterilerine çay numunelerini, masrafları azaltmak için, teneke kutu yerine ipek poşetlerin içine koyarak göndermiş. Müşterileri de Sullivan’ın gönderdiği bu numuneleri demliğe koyarak demlemişler. Ve böylece 1920’li yıllarda poşet çay üretimine geçilmiş.

Türkiye’de ilk çay tarımı: İktisat Vekaleti (Bakanlığı) temsilcisi Zihni Derin 1923 yılında Rize’nin Müftü Mahallesi’ndeki bir bahçede ilk kez çay yetiştirdi.

Türkiye’de ilk çay üretimi: Zihni Derin, 1937 yılında, basit bir imalathanede çayı üretmiş. Daha sonraları kendi ismi verilen ilk çay fabrikası 1947’de üretime geçmiş.
Çay türleri: Çay türlerini belirleyen kıstas fermantasyondur. Bu kıstasa göre, tüm dünyada üç tür çay vardır. Siyah Çay (fermante edilmiş), Yeşil Çay (fermante edilmemiş) ve Oolong (yarı fermante). Türkiye’de de olduğu gibi, dünyada en çok üretilen ve içilen çay türü Siyah Çaydır.

Türkiye’de de uygulanan siyah çay üretiminde taze yapraklar yağışsız günde toplanır ve kurumadan solmaları için raf biçiminde düzenlenmiş tavalara serilir. Sonra ezme makinelerinden geçirilip kıvrılarak parçalanır ve parlak bakır kırmızısı bir renk alıncaya kadar mayalanmaya bırakılır; mayanlanmış çay yaprakları sıcak hava ile kurutulur. Bu işlemlerden sonra bildiğimiz siyah çay paketlenmeye hazır duruma gelir.
Çen ve Japonya’da üretilen yeşil çay mayalanma evresinden geçirilmeden hazırlanır. Güney Çin ve Tayland’da hazırlanan yarı mayalanmış çaya, bazen de siyah çaya özel bir tat ve koku vermek için yasemin, bergamot gibi kokulu bitkilerin katıldığı da olur.
Nuwara Eliya Op; Seylan çaylarının şampanyası diye adlandırılır. Hafif, berrak ve rafinedir. Seylan’ın (Sri Lanka) en yüksek bölgesinde yetişir. İdeal bir akşamüstü çayıdır.

Hojicha; Eşsiz bir lezzet vermek üzere kavrulmuş, sürprizler ile dolu bir çay. Doğal olarak düşük taneli. Geniş yapraklı olan “hojicha” Japonya’da yetişiyor. Hazmı kolaylaştırıcı olması sebebiyle yemeklerin yanında ya da yemeklerden hemen sonra içilmesi tavsiye ediliyor.

Sanırım çaylarınız bitmiş olmalı öyleyse birer tane daha söyleyin bu çaylarda bizden olsun. Keyifli içimler dileğiyle...

KÖLN

Gece gündüz açık şehir

Birçok şehir birbirine benzer. Özellikle Avrupa’da mimari bakımından ele aldığınızda bu benzerlik daha çok ortaya çıkmaktadır. İşte bu düşünceyle yola çıktığımda Köln’ün ne cazibesi olabilir diye de düşünmeden edemedim açıkçası. Öncelikle görülecek tarihi yerlerin bilgilerine ulaşmaya çalıştım, ardından da ne yenir ne içilir diye bir kaç araştırma yaptım...

Ama nereden bilebilirdim ki Köln beni cezbedecek ve hayrete düşürecek... Evet Köln macerama başlarken sıkıntılı bir Avrupa şehri daha diye düşünürken, birdenbire hava sıcaklığının arttığını ve güneşli havaların geldiğini duydum. Malum Avrupa’nın üzerinden kalkmayan özellikle Almanya’yı etkisi altına alan kara bulutlar ve yağmur neredeyse hiç bitmeyecekmiş gibidir. Ama öyle olmadı Köln’e gittiğim günden gelene kadar her gün beni utandıracak kadar sıcak ve güneşliydi... Her şartta İstanbul’a bağlı biri olarak Köln’ü sevdiğimi anladığımda biraz utandım açıkçası. Burası neredeyse İstanbul’a rakip olacak derecede gece gündüz açık bir şehir. Ve her an bu hareketin içinde buluyorsunuz kendinizi. Neyse lafı fazla uzatmayayım ve hep birlikte Köln’de bir gezintiye çıkalım...

Almanya'nın büyük şehirlerinden en eskisi. Adını M.S. 50 yılında "Colonia" olarak adlandıran Romalılardan almış. Genel hatlarıyla mimari modern çağın etkilerini gösteriyor. Gerçi sokak aralarında Hansel ile Gratel’i anımsatan evleri de görmek mümkün. Savaş zamanında büyük hasar görmesine rağmen diğer savaş ülkeleri gibi hırpalanmış görünmüyor.

Köln’de Alman’dan çok Türk’e rastlamanızsa kaçınılmaz. Bazılarını ayırt edebilseniz de bazıları gerçekten hiç anlaşılamayacak derecede oralı olmuşlar. Sanırım genel olarak Almanya’nın genç nüfusunun çoğu burada toplanmış. Her yerde gruplar şeklinde veya birer ikişer gençlere rastlıyorsunuz. Her ne kadar suç oranı her ülkede olduğu gibi burada da kendini belli ediyor olsa da sokak serserilerinin bile bir nezaketi var açıkçası. Bir iki kere laf attıktan sonra özür dileyerek yanınızdan ayrılıyorlar. Gecelerinin pek tekin olmadını söyleyenler bile belli başlı bölgelerde hiç sorun yaşamadıklarını da ekliyorlar.

Diğer bir dikkatimi çeken nokta ise Türklere karşı olan bazı tavırların burada pek kendini göstermiyor olmasıydı. Genel anlamda halk sevecen ve cana yakın davranıyor diye de belirtmeliyim.

Şehir önemli bir tarihe ev sahipliği yaparken festivalleri, binbir çeşit organizasyonlarıyla da şehrin hareketli yapısını iyi koruyor. Şehrin insanları sadece festival zamanlarında değil de her zaman sevecen ve gülümseyen ifadeleriyle yaşamayı ve yaşatmayı seviyorlar diyebiliriz. Sanırım bu durum da şehrin her geçen gün turist sayısının yükselmesini de açıklayabilir.

Gezilecek görülecek cinsten bir sıralama yaparsak eyer Köln Katedrali (Dom) ilk sırayı alır sanırım. Öylesine heybetli, öylesine kalabalık ki bir an için insana kendini devler ülkesindeki cüceler gibi hissettiriyor desem yeri vardır. Yapımı çok uzun süreler alan katedralin hala daha birçok yerinde onarım çalışmaları sürse de yapı tüm ihtişamıyla dikkat çekiyor.

İnsan kalabalığı açısından Taksim sokaklarını aratmayacak cinsten bir alışveriş caddesi (daha doğrusu caddeleri demek gerekir) var. Sağlı sollu birçok markanın ve birçok isimsiz mağazanın buluştuğu nokta burası. Hemen hemen aradığınız her şeyi burada bulabiliyorsunuz. Tabii ki gezinmekten yorulmazsanız. Aynı zamanda mağazalardaki ürünlerin çoğu da Türk malı. Her günü her saati böylesine kalabalık olan bir caddenin indirim zamanını düşünemiyorum bile desem yeridir.

Yeme içme konusunda ise genel güzelliklerinin yanında eksiklikleri görebiliyorsunuz. Kendine ait bir mutfağı olmayan diğer mutfaklardan yararlanan şehirde İtalyan ve Meksika mutfakları çoğunlukta. Ama bunun yanında altının çizilmesi gereken bir nokta ise diğer Alman şehirlerine göre bir çok seçeneğinin bulunması ve lezzet kalitesinin yüksek olması.

Gece hayatına geçecek olursak gündüz kafe olarak gördüğünüz bir çok yer geceleri de açık. Özellikle nehir kenarında ki gemi misali yüzen mekanlar oldukça enteresan. Şehrin içi ise her zamanki kalabalığa devam ediyor. İlk başlarda da dediğim gibi bir Avrupa ülkesi olarak böyle bir hareketlilik ve kalabalık pek ender görünen bir durum. Jazz, pop, rock tarzında müzik alternatifleriniz oldukça geniş. Özellikle nehir kenarındaki yerlerde canlı müzik dinleme olanağınız bile var.

Şehir içi ulaşım ise her şekilde olanak tanıyor size. Özellikle yerli halk bisikleti tercih ederken, köşe başlarında kilitli bir halde bir telefonla kiralayabileceğiniz bisikletler turistlere de ilginç bir olanak sağlıyor. Hemen hemen her evin araba park yeri olduğu gibi bisiklerler için de ayrılmış özel alanları var. Şehir aynı zamanda bina yığını olmadığı gibi yeşil alanları ile de spor yapmak isteyenlere özel seçenekler de sunuyor. Küçük küçük park alanları rahatlamak ve biraz huzur bulmak için ideal.

Eh benden bu kadar fırsatınız olursa görmeden etmeyin derim. Hatta eski Romalıların bir sözü bugün hala geçerli: "Köln'ü görmeyenler, Almanya'yı görmüş sayılmaz.". Gerçekten de Köln'de görülmeye değer o kadar çok yer var ki...

MİAMİ

Düşler şehri

Öyle bir şeydir ki insan görmediği, bilmediği şeyleri hep merak eder ve öyle düşler kurar ki herşey mükemmellikle eş değer bir hal alır. Gerçekler ise hayallerin yerini aldığında bir an için şaşırır bocalarsınız. Şimdi bunlarda nereden çıktı diyeceksiniz.

Hayallerle gerçeklerin çarpışması sonucunda Miami’den... Hani Amerikan rüyası diye bir şey vardır ya, işte kendi içinde bir anlamı olan, kendi içinde bir yaşamı kabullenmiş ve dünyadaki bilinen kıta anlamının altını çizen bir rüya. Ancak uyandığınızda kendinize gelebiliyorsunuz...

Hayallerle karışık heyecan bizi Miami’ye sürüklediğinde, gece karanlığında uçağın şehrin üzerinden yansıttıkları oldukça şaşırtıcıydı. Hayal bile edemeyeceğiniz genişlikte tarlalar ve her 100 metrede bir bu tarlaların ışıklandırdığını düşünün. Evet camdan dışarı baktığımızda gördüğümüz buydu. Küçük sokak lambaları eşliğinde küçük barakalar ve oldukça geniş bir düzlük. Önce yanlış bir yere mi geldik dedik, ardından uçağın yere inmesi ve dışarı çıkmamızla buna emin olduk. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur ve nefes bile alamadığımız bir nem yüzümüze öyle bir çarptı ki neye uğradığımızı şaşırdık. Filmlerdeki o haraketli sahnelere rastlamak pek mümkün olmadı.

Ve Miami... Başka bir kıtada, başka bir dünyada artık ayaklarımız yere değiyordu ve taksinin içinden ne görebilirsek görmeye çalışıyorduk. Tabii bu merakın yanında inanılmaz yorgunlukta paçalarımızdan çekiştirmekteydi.

Düşler şehri Miami...
1959’da Fidel Castro’nun Küba’da iktidara gelmesinden sonra 1960’larda her yedi dakikada bir Miami’ye bir Kübalı sığınmış. Bugün Miami’deki Kübalı nüfusu 600.000 civarında. Bu nüfus gündelik hayatta olduğu kadar politika’da da etkili olabilmekte. Öyleki, 1985 yılında Miami ilk Küba kökenli Belediye Başkanını seçmiş.

100 yıl önce sadece botlarla geçilebilen bir sazlık olan bu bölgenin, 1950’ler den başlayarak hızla kentleşmesi ve tatil beldesi haline dönüşmesi ise planlı olduğu kadar hızlı. Amerika’nın gerçek anlamda tek etnik şehri olan Miami’de, Karayipliler, Güney Amerikalılar ve Orta Amerikalılar nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar. Göçmenler arasında fakirlik özellikle 1980’lerin başında turistlere yönelik şiddet olaylarına neden olsa da, geliştirilen yol işaretleri ve az belirgin kiralık arabalar turistleri bu şiddetten uzak tutmuş.

En önemli felaket ise 1992 yılının Ağustos ayında yaşanan Andrew Kasırgası, etnik kökene ve gelir seviyesine bakmadan herkesi etkilemiş ve bugün hala bu etki Florida Bölgesi’nde görülebilmektedir.

Tarihten izler...
1513 yılında İspanyol Juan Ponce de Leon sahile ayak basan ilk Avuralı olmuş. 1821’de Amerikalılar adanın kuzeyine yerleşirken, Kızılderililer savaşlar sonucu bugün “Everglades” denen sazlık alanlara sürülmüşler. Bugün hala Everglades’de kızılderili kökenli insanlar yaşamlarını sürdürmekteler.

Miami adını 1843 yılında Tequesta denen ve Kızılderili bir kabile tarafından kullanılan yerel bir lisandan almış; “Miami” yani tatlı su.

1913’te bugün Fisher Adası’nın bir zamanlar sahibi olan Carl Fisher zengin bir girişimci olarak, Miami Beach’in oluşmasında ve turizmin temellerinin atılmasında önemli roller oynamış. Tüm bu çabalar ise 1926 yılında yaşanan kasırgada 392 kişi hayatını kaybetmesi ve 1941 yılında, 2. Dünya Savaşı nedeni ile aksamış ve gerekli etkiyi yaratamamış. Savaş yüzünden boş kalan oteller, askeri birlikler tarafından baraka olarak kullanılmış. 1979 yılında South Beach’in Art Deco Bölgesi Amerika’nın kayıtlı tarihi yerler listesine girmiş. Bu olayların ardından Miami’nin genel anlamda yükselişinin başlangıcı sayılabilecek atılımlar baş göstermiş. Tam kapsamlı başlatılan tanıtım kampanyaları, 1984 yılında yayınlanan Miami Vice dizisi’nde arka fonda Art Deco binalarını ve Miami’nin mimarisini gösteren sahneleri ile Miami’yi dünyaya tanıtarak şimdilerdeki o büyülü şehir haline gelmesine büyük katkı sağlamış.

Miami’nin belki de acı kaderi bu yükselişe baş kaldırmış olacak ki, bundan tam 8 yıl sonra 1992 yılındaki Andrew Kasırgası’nda 53 kişi ölmüş, 158.000 kişi evsiz kalmış ve 30 milyar dolarlık maddi hasar meydana gelmiş. Ama herşeye rağmen tüm yaşananlar Miami’nin yükselişinde ve düşler şehri olmasında büyük etkiler yaratmamış.

Turistik notlar...
Yüzünüze çarpan nem ve sık sık yağan yağmurlar geceleri sizi bir başka etkilese de Miami’nin güneşi gerçekten bir başka doğuyor. Güneşin ilk saatlerinde Collins Avenue ve South Beach’de yürüyüş yapmanın keyfi bir başka. Önünüzde boylu boyunca uzanan, palmiye ağaçları sizi kucaklayan sıcak ve okyanusun doyamayacağınız esintisi ile Miami’de olduğunuzu kendinize yineleyebilirsiniz. Cadde boyunca birbirinden değişik kafeler, barlar ve çeşitli büfe tarzı marketler görmeniz mümkün.

Miami’ye gittiğinizi anlayabileceğiniz bir diğer yer ise Ocean Drive. 1930’ların harikası “Art Deco” diye adlandırılan mimari akımın uygulandığı bir cadde. Cadde üzerinde Art Deco mimarisiyle dizayn edilmiş evler ve oteller yer alıyor. Binalar tasarım olarak üç dört kattan oluşan ve değişik tonlarda pembe, mavi ve kırmızının hakim olduğu çizgilerle tamamlanmış. Özellikle gece neon ışıklarıyla geceye süslenen binalar renk cümbüşü halinde büyüleyici. Caddenin okyanusa bakan tarafı tamamen otellerle dolu, arka kısmında ise aralarda evler yer alırken oteller yine yoğunlukta. Ama Boğaz’da yaşadığınız o deniz esintisini ve muhteşem manzarayı bulmanız pek mümkün değil. Çünkü okyanusun görülebileceği ve kenarlarındaki tüm bölge kumluk ve palmiye ağaçlarıyla kaplı yeşil alan olarak düzenlenmiş. Açıkçası burada keyfi eğlenceyle yakalayabiliyorsunuz. Öyle ki caddenin sonuna doğru uzanan büyük ve lüks otellerin çatısında bir kafesi ya da barı bile bulunmuyor. Bu manzara İstanbul’un o güzelim Boğaz’ın dan sonra biraz sıkıcı gelebiliyor insana.

Cadde üzerinde yer alan her otelin altında birde restoran bulunmakta. Özellikle gündüzleri tercih edebileceğiniz Valencia’dan getirilen portakallarla yapılan portakal suyu, kahvaltınıza özel bir lezzet katacaktır. Geceden kalma insanlar henüz sabahın erken saatlerinde sokaklara dökülemediklerinden dolayı da ne yer bulma, ne de kalabalık derdiniz olmayacaktır. Küba ağırlıklı uluslararası mutfak ise yemek yeme sorununu yok ediyor. İstediğiniz her çeşit yemeği yiyebiliyorsunuz. Aman dikkat yediğiniz yemek eğer tabağınızda kalıyorsa paket yaptırmanız gerekiyor, çünkü yaptırmadığınız taktirde acayip bozuluyorlar. Bir nevi yaptıkları yemeğin hakkını veremediklerini düşünüyorlar diyebiliriz. Hizmet konusunda ise oldukça titiz davranıyorlar. Bizim pek alışık olmadığımız bu ilgi önceleri hayli şaşırtsa da insan çok çabuk alışıyor ve kendini daha iyi hissediyor. Özellikle beğenmediğiniz ya da istediğiniz gibi gelmeyen bir yemek ya da içecek varsa mutlaka telafi ediyorlar ve asla ücret almıyorlar. Üstelik sizin istediğiniz bir şey eğer o yerde yoksa bulmak için açıkçası pervane oluyorlar. Gerçi bunun belki de en büyük sebebi olarak bahşişin onlar için çok çok önemli olması da gösterilebilir ama sonuçta yapılan hizmet ve gösterilen ilgi zaten sizi memnun ediyor ve bunun için de bahşiş değer diyorsunuz.

Ocean Drive’ın bir arkasından başlayan Collins ve Washington Avenue’da ise restorantlar ve gece klüpleri fiyat olarak daha uygun seçeneklere sahip. Ocean Drive’ın arkasında kalan bu caddelerde aynı haraketliliği bulabilirsiniz ama söylentiler özellikle geceleri biraz daha tehlikeli olduğu yolunda. Ama gündüz hiç bir farkları yok. Üstelik market gibi genel ihtiyaçlarınızı karşıyabileceğiniz dükkanları ve özellikle ulaşım için otobüs duraklarını bulabileceğiniz önemli merkezler denebilir.

Özellikle Ocean Drive üzerinde yer alan gündüz kafe, gece bar olan yerlerde gece saat 24.00’den sonra başlayan hayat sabah 05.00’e kadar sürüyor. Gündüzleri ve geceleri yemek yiyebileceğiniz bu restoranları gece tanıyabilir misiniz o muamma. Bukalemun gibi kabuk değiştirircesine gündüzden geceye her şey başka bir büyülü havaya bürünüyor. Gündüz önünden geçerken belki de hiç dikkatinizi çekmeyen bir mekan gece rengarenk ışıkların altında, içeride birbirinden ilginç insanlarla sizi Miami gecelerine alıyor. Bir anda kalabalığın içinde minnacık etekli, güzel bir beyaz kadın geçiyor. Ardından bir köşede grup halinde bekleyen yakışıklı zenci çocukları görüyorsunuz, ellerinde abartısız kocaman teypleri ile sesi sonuna kadar açık rap müzik dinliyorlar. Sanki herkes birbirini yıllardır tanıyor gibi durup selamlaşıyor, konuşuyor ve eğlencenin sınırlarında geziniyor. Caddeden geçen arabalar ise söyleyecek bir kelime bile bırakmayacak cinsinden. Kızlar, çocuklar, kadınlar, beyazlar, zenciler, turistler herkes ama herkes halinden memnun Miami’nin tadını çıkarıyorlar. Herşey tıpkı filmlerdeki gibi... Bir iki saat uyku için ayıracak zamanları varsa bile burası 24 saat uyanık bir şehir. İnsanlar ne zaman işlerine gidiyor, ne zaman çalışıyorlar bilemiyorum ama eğlence için bolca zamanlarının oldukları kesin. Ocean Drive’ın ön tarafında kalan okyanus, göz alabildiğince uzanan bir kumsaldan oluşan bir plajla birleşiyor. Genel anlamda gündüzleri birbirinden ilginç ve birbirinden değişik her çeşit insan var. Özellikle gençler arasında tanışmalar o kadar hızlı ki takibe yetişmeniz mümkün değil. Plaja indiğinizde yanınızda hiç bir şeyiniz olmasa bile parayla hepsini temin etmeniz mümkün. Yer bulabilmek için ise erken saatlerde plaja inmeniz gerekiyor. Eğer kalabalıktan ve samimiyetten hoşlanmıyorsanız kesinlikle gitmemeniz gereken yerlerden biri. Her beş dakikada bir birileri yanınıza gelip bir şeyler soruyor, bir şeyler istiyor ve birşeyler satmaya çalışıyor. Ama istemediğinizi belli ettiğiniz andan itibaren kimse size fazla ilgi göstermek için uğraşmıyor. İkinci günden sonra zaten bu gürültüye ve karmaşaya ister istemez sizde alışıyorsunuz. Her yanınızdan çalan, bangır bangır müzik setleri, birbirleriyle şakalaşan zenci gençler, birbirlerine laf atan kızlar, erkekler, gay ve lezbiyen çiftler. Tabii plajın bir diğer eğlencesi de masaj yapmak üzere dolaşan Kübalı gençler.

Miami’nin en haraketli ve en canalıcı bölgesinin yanında merkezin pek fazla sirkülasyonu yok denebilir. Miami’nin merkezine geldiğinizde sizi büyük bir mall karşılıyor, “Bayride Alışveriş Merkezi”. Burada büyük markaları bulabileceğiniz gibi değişik ürünlere de rastlamanız mümkün. Özellikle puro severler için ideal bir merkez diyebiliriz. Merkezin etrafında ise bir çok restoran yer alıyor. Ünlü Hard Rock Cafe’nin Miami adresi de burası. Ama her yerde olduğu gibi burada da deniz manzarası aramak biraz zor. Gerçi marinanın kenarlarında kurulu küçük çapta bar tarzı kafeler yer alıyor ama nedense bilemiyorum insanlar kapalı yerleri daha çok tercih ediyorlar.
Alışveriş merkezinin arka kısmında yer alan bu marina bot turlarınında başlangıç yeri. Tur esnasında görebileceğniz ilginç yerlerden biri “Star Island”. Burası adından anlaşılacağı gibi hemen hemen tüm Hollwood ünlülerinin evlerinin bulunduğu bir ada. Adada ünlü mafya babası Al Capone’un da evini görmek mümkün.

Bu adalardan bir diğeri “Key Biscayne”. Otoyolla ana karaya bağlı bu ada palmiye ve çam ağaçları ile hem çok nezih hem de çok sakin. Lüks oteller ve restaurant gibi sosyal aktivitelerin pek bulunmadığı ada, tam bir ruhsal terapi merkezi. Bisiklet turlarının yoğunlukta olduğu bu bölgede yeşil alanların ve doğal güzelliklerin tadını çıkarabilirsiniz. Adada bulunan “Biscayne Milli Parkı” ise scuba dalgıçları ve araştırmacıların ilgi gösterdiği mercan kayalıklarının bulunduğu büyüleyici bir yer. Uzun yürüyüş parkurları halinde oluşan cadde hem arabayla, hem bisikletle hem de patenle gezinti imkanı sağlıyor. Üstelik en güzel tarafı da her ne şekilde olursa olsun gezintiniz esnasında kimse sizi rahatsız etmiyor.

Miami’nin Ocean Drive’dan sonra ikinci bir önemli merkezi “Coconut Grove”. Burası daha çok küçük bir tatil kasabası gibi görünen caddelerden oluşan bir bölge. Coconot Grove’un merkezinde ise sizi ilginç ve hoş dekorasyonuyla bir alışveriş merkezi karşılıyor Coco Walk. Burası genellikle yerel halka hizmet veren, gece geç saatlere kadar açık mağazalar ve kafelerin yer aldığı bir alışveriş merkezi. Elegan görünüşünün yanında dekorasyonuyla da oldukça haraketli bir yer. Genel anlamda öneminin yanı sıra gece hayatının etkin olduğu ikinci bir merkez de diyebiliriz.

Eğer doğanın kokusunu ve güzelliklerini yeniden keşfetmek istiyorsanız sizin için “Everglades” ideal bir yer denebilir. Şehrin biraz uzağında kaldığından buraya bir tur aracılığıyla gitmeniz daha yararlı olacaktır. Okeechobee Gölü ve çevresi doğal park olarak korunmuş. Gölün üzerinde küçük su motorlarıyla gezinti yapmak mümkün. Bu motorları kullanan şöförler de hayli ilginç ve eğlenceli tipler. Unutmadan, gerçi onlar size mutlaka hatırlatacaklardır ama bahşiş konusunda çok titizler. O nedenle binmeden önce bir kaç dolarınızı ayırıp cebinize almanızda fayda var. Timsahların yaşadığı bu bölge yer yer koruma altına alınmış, yer yer de ziyaretçiler için açık alanlarda kurulmuş. Genel anlamda zararsız gibi gözüken ama yanlarına fazla yaklaşılmaması gereken özel hayvanlar timsahlar. Her varlık gibi onlarda kendi dünyaları içinde bir düzen kurmuş ve ziyaretçilerine saygılı davranıyorlar ama gene de belli olmaz tabi ki.

Everglades’in diğer bir özelliği ise çevresinde yaşayan kızılderili toplulukları. Bu bölgede kendilerine özel barları ve klüpleri bulunuyor. Yine Kızılderililere ait küçük aksesuarlar ve özel tasarlanmış eşyaları burada bulmanız mümkün. Küçük tüylerle küpeler, çeşitli Kızılderili tabletleri ve derilerinden oluşan kolyeler, tablolar oldukça etkileyici hediyeler olabilir.

Palm Beach’in kuzeyi en zenginlerin oturduğu lüks mağazaların bulunduğu diğer önemli merkezlerden. Özellikle Fort Launderdale Sanat Müzesi, Bilim Müzesi ve lüks villalar ile görülmeye değer. Her evin kendine özel bahçesi ve gerçekten titizlikle düzenlenmiş bahçe tasarımları var. Özel bir ilgi gösterildiği ilk bakışta anlaşılıyor.

Diğer bir ilgi çekici yer ise Biltmore Hotel. Tarihi otel 1926 yılında New York’lu zenginler için açılmış. 8 ft yükseklikle İtalyan mermeri avizeler ise hiç bir masraftan kaçınılmadığının göstergesi. Etrafında dolanırken heybetli görüntüsüyle adeta insanı büyülüyor. Oldukça geniş bir alan içerisinde dimdik omuzları ile yıllara meydan okuyarak hala daha tüm ihtişamı sergiliyor diyebilirz. Golf sahası, tenis, tilki avı, binicilik ve moda gösterileri ile zengin müşterilerine hizmet vermekte. Ünlü mafya babası Al Capone’un da kaldığı Al Capone suiti ise görülmeye değer en pahalı odalarından.

Bölgenin en ilginç yeri ise Venetian Pool. Bu havuzun mimarisi dünyanın hiçbir yerinde rastlanacak cinsten değil. Nedeni ise Coral Gables’deki villaların inşasında kullanılan toprak, bu bölgeden sağlanmış ve geriye kocaman bir çukur alan kalmış. Etrafı palmiyelerle ağaçlandırarak 1924’te yine Merrick ailesi tarafından doğal bir havuz haline getirilmiş. Halka açık olan bu havuzda aynı zamanda konserler ve güzellik yarışmalarıda düzenlenmekte. 1986’ya kadar her gece kuyudan çekilen 800.000 galon suyla doldurulup boşaltılan havuz, daha sonraları filtre sistemine geçilerek bu zahmetten de kurtulmuş.

Miami genelinde görebileceğiniz bir kaç özel yerden biri de Seaquarium. Burası geniş çaplı bir hayvanat bahçesi gibi de adlandırılabilir. Ama bildiğimiz hayvanat bahçelerinden farkı sadece o bölgeye ait özel hayvanların yer alması. Filamingolar, aklınızın hayalinizin almayacağı renklerde çeşitli deniz hayvanları, inanılmaz güzellikte rengarenk papağanlar ve müthiş yunusların gösterileri. Senkronize haraketleri, birbirlerinden haberdar tavırlarıyla tempolu bir performans sergileyen yunuslar oldukça etkileyici.

Little Havana ise Kübalıların yaşadığı ve iş yaptığı bir merkez. Ünlü “Calle Ocho” 8. Cadde, Kübalı ve Karayipli firmaların merkezi. Bu bölgede her Mart ayında büyük bir festival düzenleniyor. Şehir merkezi’nde bulunan Little Havana bugün pekçok orta Amerikalı kaçak göçmene ev sahipliği yaparken, Kübalıların yerini Jamaikalılar ve Meksikalılar alıyor. Kendine özgü yapıları ile biraz Miami tarzının dışında da görünse diğer yerlere oranla biraz daha samimi bir havası var.

Tüm bu gezileriniz süresince aslında belki de en önemli ayrıntı sürekli olarak geçici ama bir o kadarda yoğun yağmurlarla karşılabilecek olmanız. Yerli halk bu tür durumlara oldukça alışık. Bir anda gözgözü görmeyen bir dolu başlıyor ve iki dakika geçmeden hiç bir şey olmamışcasına doğa kendini sıcağın kucağına bırakıveriyor. Gittiğiniz mevsimin biraz etkisi olabilir ama genel olarak hava bu şekilde bir düzen içerisinde. Bulutların bir anda gökyüzünün rengini değiştirmesi oldukça ilginç ve değişik tonları yakalamanıza da olanak sağlıyor. Büyüleyen bir mavi ile güneşin yakıcı kırmızısı birleştiğinde, belki de ağlamakla gülmenin bir o kadar birbirinin içinde olduğunu hatırlatıyor... düşler şehrinde düşlerinizi yakalamanız dileğiyle...


PRAG

Palyaçonun gözyaşlarında hüznün ve neşenin tutkusu...

Bir masal ülkesinin kapıları aralanır yavaşça, inanılmaz büyüklükte bir saray
merdivenlerinde içeri doğru koşan büyüleyici güzellikteki prensesi görürsünüz.
Ardında ondan daha hızlı koşar adımlarla saray hokkabazı girer peşinden. Belli ki içeride bir eğlence var. Belli ki içeride kalabalık birazdan şen kahkahalarla hokkabazı izleyecek. Ve o büyülü masallardaki inanılmaz balolardan biri da ha yaşanacak...

Prag her sokağı, her köşesiyle işte böylesine büyüleyici bir masal ülkesini andıran bir edayla süzülüyor gözlerimin önünde. Sanki dünyanın sınırları içerisinde yer almayan adımınızı attığınız anda sizi büyüsüyle içine alan bir ülke. Masalsı bir gerçeklik ve insanlarının yüzündeki o hüzünlü sevinç oldukça sıcak demeliyim açıkçası. Her yeri sürprizlerle dolu sanatın yaşayan ve nefes alan bir yansıması gibi herşey.

Prag, Çekoslovakya’nın başkenti ve en büyük yerleşim merkezi. Ülkenin batı ucu, Vltava Irmağı üzerinde. Eski bir kent olan Prag büyüleyici güzellikteki yapılarıyla da ünlü denebilir. Bunlardan bazılarının tarihi satırlardaki yeri 9. yüzyıla kadar uzanıyor. Prag’da Gotik, Barok, Rokoko, Klasik ve Yeniklasik dönemlere özgü 2000’e yakın yapı ve anıt göze çarpmakta.

Ülkenin en uzun ırmağı olan Vltava, Prag’ın içinden geçerek güneyden kuzeye doğru akarken, ırmağın batı kıyısında, bir zamanlar Bohemya krallarının, günümüzde ise Cumhurbaşkanı’nın oturduğu, 16. yüzyıldan kalma Hradcany Şatosu göze çarpıyor. Sarayın iç avlusunda ise yapımına 1344’te başlanan ve çok uzun yıllar yapımı süren Svatj Vit Katedrali yer alıyor. Şatonun aşağısında, kıvrımlı, dar sokakların ve bugün çoğu devlet dairesi olarak kullanılan eski sarayların yer aldığı Mala Strana uzanıyor. Yazar Franz Kafka’nın da evinin bulunduğu bu ilginç sokak turistlerin uğrak yerlerinden biri. Sokağın başındaki kafeden sıcak şarabınızı alarak geçmişin izlerinin ardından adeta sürüklenerek iniveriyorsunuz aşağı doğru. Çeşitli hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu sokağın bitiminde şehrin merkezine doğru yaklaşıveriyorsunuz.

1342’de kurulan ve Prag’ın en güzel yapıtlarından biri olan Karlovi Köprüsü, kentin batı yakasını Stare Mesto adı verilen Eski Kent’e bağlıyor. Stare Mesto’da Barok döneme ait pek çok klise yer alıyor. Kent, “altın Prag” anlamına gelen “zlata Praha” adını bu kliselerin altın kaplı çatılarından almış. Gotik üsluptaki Tyn Klisesi büyük din adamı Jan Hus’un 15. yüzyılda başlattığı reform haraketinin merkezi olmuş. Danimarkalı astronomi bilgini Tycho Brahe’nin mezarı da burada yer almakta. Kilisenin hemen yakınında, içinde bir sinagog ve 13. yüzyıldan kalma bir mezarlığın da bulunduğu eski Yahudi mahallesinin kalıntılarına rastlanır. 1348’de kurulan Karlova Üniversitesi, Orta Avrupa’da ki en eski üniversite. Bohemya Kralı ve Kutsal Roma - Germen İmparatoru IV. Karl’ın kurmuş olduğu bu üniversite Avrupa kıtasının her yanında öğrenci ve bilim adamları için bir çekim merkezi adeta. Kentte ayrıca Nazi işgali sırasında öldürülen öğrencilerin anısına kurulmuş bir üniversite ve çok sayıda yükseköğrenim kurumu da yer almakta. Konservatuarın bağlı olduğu Müzik Akademisi de önemli bir sanat merkezi. Eski kentin doğusunda yer alan modern kent merkezinde Vaclav Meydanı’nda, 10. yüzyılda hüküm sürmüş olan Bohemya Kralı Vaclav’ın heykeli yer alıyor. Prag’da II. Dünya Savaşı sırasında öldürülen direniş önderi Julius Fucik’in adını taşıyan büyük bir park ve eğlence merkezinden başka çok sayıda park da sanatın doğayla iç içe yaşandığı bu şehre ayrı bir güzellik katıyor demeliyiz.

Kültürel yaşamın canlılığıyla da ünlü Prag’da, Çek besteci Bedrich Smetana ve Antonin Dvorak her yıl ilkbaharda düzenlenen bir müzik festivaliyle anılıyor. Kentin senfoni ve flarmoni orkestraları yetkinlik ve yorum açısından oldukça üstün bir yapıya sahip. Genel anlamda ülkede güçlü bir edebiyat geleneği hakimiyet gösteriyor. Dünyaca ünlü Franz Kafka, Rainer Maria Rilke ve Aslan Asker Şvayk romanının yazarı Jaroslav Hasek, oyun yazarı Karel Capek, şair Vitezslav Nezval ve Milan Kundera bunlar arasından seçilmiş özel isimler. Tycho Brahe ve Johannes Kepler gibi büyük astronomi bilginlerinin araştırma yapma olanağı bulduğu Prag’da ünlü bilim adamı Albert Einstein da 1911-1912 yıllarında Prag’da bulunmuş ve bu yıllar içinde ders vermiş.
Prag, önemli bir ulaşım ve sanayi merkezi olarak da göze çarparken çoğu kentin batısında yer alan fabrikalarda lokomotif, otobüs, otomobil ve makine gibi ağır sanayi ürünlerinin yanı sıra, gıda maddeleri, kimyasal maddeler, elektronik eşya ve giyim eşyası üretilmekte. Doğu ve Batı Avrupa’nın birleşme noktasında yer alan kent aynı zamanda ulusal demiryolu ağının da merkezinde.

Tozlu raflardan tarih notları...
Prag’ın tarihi önce eski Bohemya Krallığı’nın, sonra da çağdaş Çekoslovakya’nın tarihidir. Bugün Prag’ın bulunduğu yerdeki ilk yerleşmenin tarihi 9. yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Ortaçağda ticaretle zenginleşen Prag, kenti kuran Premyls Hanedanı’ndan sonra yönetime gelen Luxembourg Hanedanı döneminde başkent olmuş. Jan Hus 1415’te yakılarak öldürüldükten sonra kentte halk ayaklanmaları baş gösterdiğinde, 15. yüzyıldan sonra Prag hızlı bir gerileme sürecine girmiş. 19. yüzyılda başlayan sanayileşme ve demiryollarının yapımı kentin büyümesine ve gelişmesine neden olurken, Prag bu süreç içinde Çek kültürel rönesansının merkezi ve 1918’de bağımsızlığını ilan eden Çekoslovakya’nın başkenti ünvanını almış. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altında kalan kentte 5 Mayıs 1945’te çıkan büyük ayaklanma Kızıl Ordu kente girinceye kadar devam etmiş. Zaman içerisinde savaştan zarar görmeyen Prag’da kent merkezi korunarak çevresinde uydu yerleşmeler oluşturulmuş. 1968’de reform girişimleri ve SSCB’yle ilişkileri azaltma siyaseti SSCB tarafından önlendiğinde Prag 1989’da yeniden kitlesel gösterilere sahne olmuş.

Hüzünlü palyaçonun Prag hatırası...
Böylesine etkileyici bir şehri daha önce hiç görmediğime pişman oldum diye başlamalıyım sanırım bu notlara. 9. yüzyıl Bohemya krallarından bugüne nasıl böylesine gelebildiğine şaşmamak elde değil. Prag belki de zaman dilimleri arasına sıkışmış ve zaman duygusunun yitirilmiş olduğu ara bir sokak gibi. Gotik yapıların verdiği esrarengiz büyü, eski söylencelerin kulaktan kulağa dolaşmaları, Karlovi köprüsünün bacaklarının arasında bir gece yarısı gümüşi bir maskenin ardından baktığınızda belki ilk başta ürkütücü gelebilir. Ama öylesine şiirsel bir yanı var ki gözleri görmeyen o arya söyleyen kadının sesinin tonundaki gibi işte bunu görmemek imkansız.

Şehri gündüz gözüyle gördüğünüzde adeta nereden başlasam der gibi bir hal alıyorsunuz. Ama her yer birbirinin içine çıkarak sizi şaşırtıyor bir anlamda. Bir masal kitabının satırları arasında kaybolmak ya da her an bir saray hokkabazıyla karşılaşacak olmaya hazırlıklı olmalısınız. Sabahın erken saatlerinden gecenin karanlık aralarına kadar büyük kalabalıklara ev sahipliği yapan Karlovi Köprüsü, büyük bir sahne gibi müzisyenleri, kuklaları, hayal kahramanları hokkabazları ağırlarken büyük bir keyifle size ev sahipliği yapıyor. Şehrin can damarı olan, bir ucundan yaşama bir ucundan rüyalara geçiş belki de bu köprü.

Golz-Kinsky Sarayı, St Nicholas Klisesi, bir çok gotik yapıyla çevrili kent meydanı ve içinden her saat başı çıkan havarileriyle bir anda o eski heybetli günlerin tadına varırcasına tüm insanları etrafına toplayan Saat Kulesi ve Tyn Klisesi günün keyfini yaşamanıza yardımcı oluyor. İşte bir masalsı düş daha Tyn Klisesi. Meydanın kenarından yükselen o büyüleyici ikiz kuleleri ile gecenin içinden etrafa dağılan ışıkları izlerken onun büyüsüne kapılmamak elde değil. Meydanın içinde yer alan kafelerden birinde otururken bu büyülü şehrin devinimini yakalayabilir ve siz de o günün kahramanı olabilirsiniz belki de.

Meydanın diğer bir masalsı yanı ise Mozart ya da Don Giovanni kıyafetli insanların elinize birtakım kağıtlar sıkıştırması. Korkmanıza gerek yok, çünkü kentte her gece öyle çok konser ve gösteriler oluyor ki sadece onu haber vermek istiyorlar.
Eğer özel bir zamana rastladıysanız mesela yılbaşı gibi, meydanın etrafını dört bir koldan saran hediyelik eşya satan tahtalardan oluşmuş küçük kulübeleri görmeniz mümkün. Herkes öylesine neşeli, öylesine sıcak ki Çek işi küçük hediyeliklerin ve o meşhur kuklaların peşini bırakamayabilirsiniz. Özellikle Mucha’nın yaptığı resimlerle süslü küçük mücevher kutuları masalsı kadınların simgesi halinde.
Özel Çek yemeklerinden Kulaş ise hemen hemen her restoranda bulabileceğiniz bir çeşit. Daha çok sosunun önemli olduğu bir çeşit et yemeği olan kulaş’tan sonra ise malesef İstanbul’da dahi bazı yerlerde bulamadığımız Türk kahvesinin tadına bakabilirsiniz.

Şehri biraz daha yakından görmek için yapılabilecek nehir geziside oldukça keyifli. Yaklaşık bir saat ile dört saat arasında bir zaman dilimi seçeneğiniz var bu gezi için. Kahvenizi yudumlarken Prag’ın şaşırtıcı yanlarına tanık olmaya devam ediyorsunuz adeta, kocaman kağıttan bir kayık gibi.

Gündüzün büyüsü henüz bitmemişken gecenin alaca karanlık rengi sizi başka diyarlara sürüklemeye çoktan hazır beklemekte. Bu şehirde yapabilecek öyle çok şey var ki inanın sıraya koymak hayli zor. Geceyi karşılarken soğuktan korunmanın en güzel yolu sıcak şarap. Öyle ki her adım başı sosisleriyle birlikte sıcak şarap satan satıcıları görmeniz mümkün. İçiniz biraz ısındıktan sonra keyifli bir yemek için özel yerleri tercih edebilirsiniz. Kentin meydanında yer alan evvel zaman içinde Albert Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ni açıkladığı bir yer burası. Eskiyle yeninin karışımı olmaya çalışsa da modernzmin etkisini görmemek mümkün değil. Ama lezzetli yemekleriyle ufak bir nostalji yaşayabilirsiniz. Yemeğin ardından gecenin bittiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Unutmayın ki masal perileri hiç uyumaz. Canlı yapıtların bile etkileyemediği kadar etkileyici bir tarz Kukla Tiyatrosu. Muzip bir Mozart ve Don Giovanni. Oyunu izlerken sahnede kafasını duvara çarpan kukla için yerimden sıçradığımı söylediğimde gülebilirsiniz belki ama gerçekten o kadar gerçekler. İnanılmaz bir performans ve inanılmaz bir sahne bilgileri var o kuklaların. Sadece size yaşamanız gerektiğini söyleyebilirim ancak.

Bir kenti en güzel tanımanın yolu şüphesiz ki her sokağına girip dolaşmak belki de kaybolmaktır. Arada sizi yanlış yönlendirecek taksi şöförleriyle de karşılaşabilirsiniz, ama hiç korkmayın ki burası bir masal şehri. Belki bir an önünüze sizin boylarınızda bir kukla düşebilir, ya da saraydan kaçmış bir hokkabaz türlü becerilerini size gösterebilmek için önünüzü kesebilir ama hepsi bu.

Şehrin bir diğer özel köşesi ise, Karlovi Köprüsü’nün geçişinden sonra kısa bir mesafe ile yürüyerek ulaşabileceğiniz oldukça yüksek tepeliği. Buranın gündüz de gece de keyfi ayrı demeliyim. Teleferikle çıkılan bu tepe şehrin tüm büyüsünü ayaklarınız altına seriveriyor. Kırmızı sivri tepeli küçük evlerin masalsı görünüşü, ışıklar geceye dönerken ki kalenin büyüleyici mırıltıları kulaklarına çarpıyor.

Önce de dediğim gibi geceleri hemen hemen her an yapabileciğiniz öyle çok şey varki. Özellikle 15. yüzyıldan bu yana tadı ve kıvamı asla değişmeyen Çek birasının tadına bakmalısınız. Yüzyıllardır aynı yöntemle mayalanan siyah çek birasının alkol oranı ise 13 derece. Biranın tadına bakabileceğiniz yerlere gelince Aslan Asker Svayk’ın kostümleriyle size hizmet eden ve meşhur Çek birasının su gibi içildiği Çek birahanesi olacak. Kostümleriyle ilginç bir tarz sunan müzisyenler size unutulmaz bir Çek gecesi yaşatacaklar. Yer bulmak için biraz beklemeniz gerekebilir çünkü turistlerin ve yerli halkın da çok uğrak yerlerinden biri olduğu için oldukça kalabalık söz konusu. Ama sabredip içeri girmeye niyet ederseniz de keyifli bir gece geçireceğiniz kesin. Ulaşım açısından her ne vakit olursa olsun güvenli bir şekilde gezinmeniz mümkün. Dünyanın suç oranı en düşük şehrinde zaten korkmanızı gerektirecek pek bir şey yok. Sabahın ilk ışıklarına kadar devam edeceğiniz gecenin son noktasını ise bir jazz barda verip kulaklarınızın pasının silinmesine yardımcı olabilirsiniz. Görülmesi gereken bir diğer gösteri ise Black Theatre’da yapılan ışıklı gösteri. İnsan bedeni ve ışık oyunlarıyla hazırlanmış bu etkileyici gösteri bir an için sizi bambaşka bir dünyaya götürmeye yetiyor.

Son söz olarak ise gördüğüm bir çok yer içinde kendimi yaşamın içinde hissedebildiğim tek yer Prag’dı. Orada hayat nefes alıyor ve bence hüzünlü palyaço’nun gözleri sizi arıyor...

TERLİK

Takunya’dan Terliğe... Ayaklara özgürlük!

Yaz ayları insana hep özgürlük, yeni aşklar çağrıştırır. Sanırım bu duygulardan bizlerin nasibini aldığı kadar modacılar da etkileniyorlar. E hal böyleyken uçuk kaçık, açık seçik modeller de sokaklara fırlamadan edemiyorlar. İşte bunlardan en özeli, en değerlisi ki yaz sıcağında ayaklarınızın o kapalı ayakkabılar içinde neler çektiğini düşünecek olursanız sandaletler ve terlikler bana göre... Evet özgürlük, ayaklara, parmaklara özgürlük.

Nasıl çıkmış, nasıl olmuş bilemem ama en pratik yoluyla, insan zekasını kullanıp, sıcaktan bunaldığı bir anda bir iki yaprakta ayaklarına bağlayıp yaratmış olsa gerek. Yaprak zamanla çimen, hayvan derisi gibi doğal ürünlerle geliştirilerek günümüzdeki halini almaya başlamış, önceleri takunya, ardından sandalet ve terlik olarak. 1991 yılında İtalya - Avusturya sınırları yakınında, dağcılar tarafından bulunan 5 bin yıl öncesinden kalma buz adamın ayaklarındaki sandalet tarzı deriden giysi de bunun bir kanıtı olsa gerek. Önceleri Afrika’da, Avrupa’da ve Asya’da güçlüler ve zenginler giymişler. Sandalet zamanla statü belirleyici bir özellik kazanınca, kölelerin yalın ayak gezinmeleri de açıklanmış olur sanırım.

İlk işlenmiş ayak giysisi olan sandaletlere Mısır, Yunanistan ve Roma’da rastlanıyor. Sıcak iklimli Afrika, Asya ve Amerika’da ise sandaletin rağbet gören bir giysi olduğu da bilinmekte.

Roma Çağı’nda sandalet yalnızca evin içinde giyiliyor, dışarıda bunlarla dolaşılması yakışıksız kabul ediliyormuş. Soleae ve calceus diye anılan sandaletler, basit bir tabanla onu bileğe bağlayan bantlardan oluşuyormuş.

Eski Yunan ve Roma Çağları’nda sandaletin yaygınlığına karşılık, Bizanslılar 4. yüzyıldan başlayarak kahverengi ve siyah deriden yapılmış terlik ve kapalı ayakkabılar giymeye başlamışlar.

Takunyadan terliğe insanoğlunun tek amacı ayaklarını yağmurdan, çamurdan belki de sıcaktan korumak olmuş. Tabii zamanla dışarıda giyilenler içeriye taşındığında aynı tozu kiri evin içine taşıdığı gerekçesiyle ev içi ayrı, ev dışı ayrı ayak giysileri kullanılır olmuş.

Dünya üzerinde böyle değişim gösteren bizim bildiğimiz şekliyle takunyayı hamamlardan hatırlayanlarınız vardır sanırım. Eski Osmanlı kadınlarının en özel eğlencesi hamam günlerinde yanlarında taşıdıkları bir tasları, bir de takunyaları filmlerde bile yer alır. Hatta büyükannelerden kalma takunyaları olanlar bile vardır belki de içinizde. Hani şu altı tahtadan üzerinde sadece ince bir deri bant bulunan cinsinden. Yine aynı dönemlere rastlayan, gelinlik kızların çeyizlerinde yer alan, gümüş işlemeli nalınları da görmek mümkün. Günümüzde antika değeri kazanan bu takunyaları tabii şimdilerde evlerde süs eşyası olarak görüyoruz ama sanırım bazı bölgelerde o eski önemini de taşıyor hala.

Değişen dünya, değişen değerler içinde takunya zamanla tahtını terliğe bırakınca kadınların yeni gözdesi terlikler olmuş. Biraz daha estetik, biraz daha süslü püslü terlikler. Herbirimizin evinde hem kendi giydiği, hem de gelecek misafirlere vereceği bir kaç çeşit terlik yer alır sanırım. Hatta benim gibiler varsa eğer, kendi terliğini kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklayanlar da olabilir aranızda.
Önceleri evlerde, ev gezmelerinde kullanılan terlik, sonraları insanlar sıcaktan bunalınca sokağa da yansımış. Önceleri arkası açık ayakkabılar, rahat ve serin tutan bantlarla tutturulan şık terlikler olmuş. Ve giderek sokağa taşınan terlik, moda akımları içinde de yerini alır olmuş.

Her şeyin yeniden alevlenip ortaya çıktığı zaman dilimi 20. yüzyıl olduğu gibi sandaletin ve terliğinde tekrar keşfedilmesi ve moda akımları içinde yer alması bu zaman dilimine rastlıyor. Sıcak yaz günlerinin ve özgür düşünce insanının yeniden keşfiyle özgürlüğün tadını çıkartan sandaletler ve terlikler ise tekrar keşfinden bu yana rahatlığın olduğu kadar zaman zaman şıklığın da altını çizercesine artık yaşam tarzımızın içine girmiş durumda.

Sandalet yapımında kullanılan ürünler ise, üretildikleri ülkelerdeki kaynaklara, zevkelere göre değişiyor. Sandaletlerin tabanı Mısır’da bir dönem papirustan veya palmiye yapraklarından, Hindistan’da tahtadan, Çin ve Japonya’da pirinç kamışından, Güney Amerika’da kenevirden yapılırmış. Lastiğin keşfinden sonra ise bu madde, sandaletlerde ve terliklerde de kullanılmaya başlanmış.

Ülkemizde ise sandalet denilince ilk akla Bodrum’da yapılan el yapımı sandaletler gelir. Türkler kadar, gelen her turistin de almadan gitmediği bir şey olsa gerek. Tamamen el yapımı olan bu sandaletlerin ince deriden yapılanlarının iki gün alırken daha kalın deriden yapılanları dört gün kadar sürebiliyor.

Önce, dana derisi 1 yıl kadar su içinde bekletiliyor ve derinin nemi gittikten sonra işlenmeye başlanıyor. Palamut ve çam kabuğuyla eğitilen deriye, toprak boya üç aşamada katılıyor. İstenilen renk tutturuluncaya kadar bu işlem sürüyor. Daha sonra ise doğal zeytinyağı ile yağlanıyor.

Sandaletlerin en önemli özelliği ise, özellikle sıcak havalarda herkesin sorunu olan kokuyu yapmaması, mantar gibi hastalıklara sebebiyet vermemesi ve terletmemesi. Özellikle ayak terlediğinde tabanınızın altından vıcık vıcık kayan ayakkabıları aklınıza getirirseniz bu konunun ne kadar hassas olduğunu hatırlayacaksınız.

En çok tercih edilenler arasında deriden yapılanlar yer alıyordu bir kaç zaman öncesine kadar. Tabii hala itibar gördüklerini söyleyebiliriz ama hani şu ikibinli yıllar sendromu var ya her şey gibi onlarıda etkiledi. Artık bilekten bağlamalıları, hasırları, içi dışı sentetik olanları, rengarenk modelleri de görmek mümkün.

Tabi sandaletin yanında yeniden sokaklara çıkan terliği de unutmamak gerek. Önceleri daha çok tahta kullanılarak yapılan terliklerin yerini şu günlerde yine modernizmin etkisi sarıyor. Sandaletin yaşadığı değişimi aynen yaşayan terlikte de aynı değişimi görmek mümkün. Hasır tabanlar, asansör topuklar, rengarenk lastiklerle kaplanmış tabanlar, şeffaf bantlar, çiçekli ketenler...

Öyleyse takunya’dan terliğe sizleri de özgürlük rüzgarları baştan ayağa kadar sarmalı... “Dost başa düşman ayağa...” derler ama inanmayın ben onlardan değilim.

YEMENİ

Geleneksel Türk el sanatlarının baş tacı... Yemeni

“..Yemeni bağlamış telli başına
Zülüfleri düşmüş hilal kaşına,
Henüz girmiş 13-14 yaşına
Edalı işveli köylü güzeli...”

Çocukluğunun ya da gençliğinin bir döneminde bu şarkıyı mırıldananlar olmuştur. Belki sevdiğine belki de hiç ulaşamayacağı aşkına... Bir gelenek, bir anane yemeni... Gelin kızların bohçalarının baş tacı yemeni...

Her kimin olursa olsun, mutlaka kendine özel hani tabiri caizse çeyiz diye adlandırdığımız o küçük ve özel bohçanın içinde mutlaka bir tane de olsa yer alır yemeni. Evet hepimizin ananelerimizden, annelerimizden bildiğimiz yemeniler. Ayrı bir el emeği göz nuru vardır üzerlerinde. Kimi genç kızların ellerinde tığlarla kenar süsleri yaptığı, kimi gelinlik kızın gelin duvağı, köy düğünlerinin baş tacı.
Kültürümüz içinde özel bir yere sahip modern yaşamın çizgisine ayak uydurmuş bir tarz yemeni. Gelinlik kızların, köylü güzellerin al yazmaları, çağdaş kadının saç örtüsü. Bizim insanımız dışında özellikle turistlerinde her zaman ilgi odağı olmuş, boyunlarında, başlarında yer almıştır. El emeği göz nuru ile işlenerek desenleri, renkleri ile bir kültürü ifade etmiş ve o kültürü bu günlere kadar taşımıştır. Bezeme sanatlarından biri olan yazma, yemeni varlığını koruyarak günümüze ulaşan geleneksel el sanatlarımızın başında gelir.

Geçmişi çok eskilere dayanan ve en eski el sanatlarından biri olarak kabul edilen yazmacılığın hangi kültür çevresinde doğduğu hala daha pek kesinlik kazanamamıştır aslında. Bu sanatın kökenini Hindistan’a, Mısır’a veya Orta Asya’ya bağlayan değişik görüşler bulunmakla birlikte, bunların herhangi birini kanıtlacak kanıt da ortada yoktur. Bazı araştırmacılar, Çatalhöyük kazılarında bulunan M.Ö. II. binyıldan kalma mühürleri kalıp baskılı yazmacılığın ilk kanıtları olarak gösterirken, yazmacılığın kökenini Anadolu’ya bağlarlar.

Türk yazmalarının bilinen en eski örnekleri Beylikler dönemine tarihlenir. Yazmaların günümüze ulaştığı en eski örneği ise, Askeri müze’de sergilenen ve Sultan I. Murat’a ait olan, 1389 Kosova Savaşı’nda kullanılan bin sancaktır. XVI yüzyıldan kalma, Topkapı Sarayı’nda bulunan iki tılsımlı gömlek ve Türk-İslam Eserleri Müzesi’ndeki sultan II. Beyazıt’ın tılsımlı gömleği, yazmaların günümüze ulaşan başka örnekleridir. Çeşitli müzelerde sergilenen örneklerin ortak özellikleri bu eserlerin saray atölyelerindeki yazmacıların ve işlemecilerin ortak ürünleri olduğunu gösterir. Ayrıca bu örnekler yazmacılığın sancaktan giyim eşyasına kadar birçok alanda uygulandığının da göstergesidir.

Yazmacılık, karmaşık teknikleri nedeniyle büyük beceri ve ustalık gerektiren bir el sanatıdır. Yazmalar, kullanılan araç gerece ve uygulanan tekniklere göre elle yapılan boyalı dokumalar ve kalıpla yapılan baskılı dokumalar olarak yer alırlar. Yazmacılıkta geleneksel tekniklerin yanı sıra, ustaların geliştirdikleri pek çok teknik vardır. Fakat, tek renkli dokumaların boyamasında genellikle dört temel teknik uygulanır; fırçayla yapılan kalem işi, kalıplı baskı, sıvı boyaya daldırma ve deseni örtücü bir maddeyle maskeleme.

19. yüzyılda teknolojik gelişmelerin verdiği olanaklarla, tahta baskıcılık bir sanat dalı kimliği kazanmış. Humayın, tülbent, mermerşahi gibi kaliteli kumaşların bol miktarda üretilmesinin yanı sıra,yanilin boyaların yaygınlaşması yazmalarda kullanılan renklerin daha da zenginleşmesine neden olmuştur. Boyaların çeşitlenmesiyle yöresel renkler daha özgür uygulanmış ve kültürümüzün zengin öğeleri desenlere yansımıştır.
19. yüzyıldan günümüze ulaşan bohça, kavuk örtüsü, seccade, yorgan yüzü, dolama, çevre ve örtü gibi örnekler, önceki yüzyıllarda görülen türlerin gelişerek zenginleştiğinin göstergesidir. Dönemde; gül, zambak, mine, yıldız çiçeği, çeşitli yapraklar, servi, hurma ağacı gibi bitkisel bezemeler, geometrik bezemeler, bazen tuğra biçiminde tasarlanmış yazılı bezemeler ve kuş figürleri en yaygın bezeme konularıdır. Yazmalarda genellikle antinatüralist üslubun ağır bastığı, yalnız nesnelerin daha gerçekçi bir anlayışla ele alındığı izlenir.

Bu dönemde yazmacılar genellikle Kuzguncuk, Arnavutköy, Samatya, Yenikapı gibi istanbul’un çeşitli semtlerinde çalışırlarmış. Dönemin en kaliteli yazmaları ise Kandilli yazmaları olmuş. Ayrıca Kastamonu, Diyarbakır, Bartın, Zonguldak, Tokat gibi Anadolu kentlerinin yazmaları da yine bu dönemde ün yapmış.

20. yüzyıl yazmalarının Osmanlı döneminden kalma örneklerinde de 19. yüzyıl özelliklerini görürüz. Desenlerinden hiç bir şey kaybetmeden renk cümbüşü içinde baş süsü olarak yerlerini korumuşlardır. Cumhuriyet döneminde yazmaların üretim merkezleri Kastamonu, Tokat, Edirne, Diyarbakır ve İstanbul’un Çengelköy ve Yeniköy gibi semtlerindeki atölyeler olmuştur.

Teknik açıdan dönemin getirdiği en büyük yenilik ise serigrafi uygulaması olmuştur. Buna rağmen, Kastamonu ve Tokat bölgelerindeki atölyelerde günümüzde de ağaç kalıpla yapılan baskıları görmek mümkündür. Seçilen konular, bitkisel bezemeler; kare, üçgen, menderes şeridi gibi geometrik bezemeler; horoz, kelebek, geyik ve insan gibi figürlü bezemeler; kandil sütun, kazan kulbu, minare gibi nesneli bezemelerdir. Bazı örneklerde armalar ve ay - yıldız motifleri de görülür.

Günümüzde geçmişe oranla örnekleri çoğalan yazmacılık Anadolu’da özellikle Tokat’da önemli bir el sanatıdır. Tokat’da yazmacılık “Yazmacılar Han” adıyla da bilinen tarihsel Gazioğlu Hanı’nda halen işlenmektedir.

Bugünlerde yemenileri hemen hemen her yerde görmek mümkün. Gerçekten de bu kaybolan bir takım değerlerimizin yanında sevindirici bir gerçek bu. Köy düğünlerinde, kına gecelerinde gelin kızların başlarında rengarenk, desenli yazmaların cümbüşü keyifli bir görsel ziyafet adeta. Umarım bu görsel şöleni biz ve bizden sonraki nesilde günümüze geldiği şekliyle baş tacı ederek korur, koruyabilir.

PANTALON

Özgür fikirler, özgür bedenler... Pantolon

Orta okul, lise yıllarında okul üniformasının etekli olmasından dolayı pantolon giymeye pek fırsat bulamazdım açıkçası. Gerçi pantolonun da yaşamımdaki yerini daha keşfetmemiştim sanırım. Ne zamanki “Ben Pantolon İstiyorum” adlı kitabı okuyana dek. Pantolon giymek isteyen bir kızın rahibelerin pantolon giydiklerini zannetiği günden beri rahibe olmak için verdiği savaşı ve daha sonra rahibelerin pantolon giymediklerini anladığında ki bocalamasını anlatan bu kitap beni hayli etkilemişti. Öyle ki bu ilk denemem olan “Pantolonum Bana Küstü” adlı öyküme bile yansımıştı. Evet, etek giymekten pantolonlarımı küstürmüştüm.

Benim gibi okul yıllarının verdiği etek sendromunu yaşamış birileri var mı aranızda bilemem ama, okul bitip de çalışma yaşamı başladığında sanırım en büyük kurtarıcılarımdan biriydi pantolon. Hızlı şehir yaşamı içinde koşuştururken, haraketleri sınırlamayan bir yardımcı. Bugün gerçekten pantolon giyen kadınlar artık yadırganmıyorlar. Jean’ler, spor pantolonlar, capri’ler, bol kesim şalvar modeller, klasik pantolonlar hemen hemen her gardropta yer alması gereken giysiler arasındalar. Özellikle 90’lı yılların başlarında kadınların özgür tercihi olarak ilk sırada pantolon yer almakta.

Sanırım doğru bir nokta özgürlük. Geçmiş yıllara oranla pantolon tercihinin daha fazla olması aslında bir bakıma kadının kendini özgür kılması ve hatta bir bakıma da etek giydiklerindeki meraklı bakışlardan kaçmak istemelerinin bir dışa vurumu diyebiliriz. İşte bunları ele aldığımızda pantolon kavramı modanın dışında da bir anlam kazanıyor. Belki de kadınların erkek egemenliği karşısında kendi içinde verdiği savaşlardan biri...
Oluştuğu dönemlerde olaylar yaratarak kabul gören her obje gibi pantolonda zaman dilimi içerisinde ilk önceleri bir öncü kitle hazırladı kendine. 1909’da Fransız kadınları ancak ata ya da bisiklete binerken pantolon giyebiliyorlardı. O dönemlerde sadece marjinaller ve radikal feministler pantolon giymeye cesaret edebiliyorlardı. Şıklıkla ilgilenen bir grup kadın ise spor yapmak için arabalarıyla şehir dışına çıkarken pantolonu tercih eder durumdaydı. 1911’de korsenin ortadan kalkmasına sebep olan terzi Paul Poiret’in karısı, bir gece baloda harem pantolonu ile ortaya çıktığında kadınlar hayret içindeydiler. Her ne kadar farkına varmasalarda pantolon yaşamları içine girmeye başlamıştı bile. Hermes firması ise golf ve kayak için pantolon koleksiyonu ile hazır beklemekteydi..

1. dünya savaşından sonra Coco Chanel isimli bir genç bayan denizci çizgileri ile tamamlanan pantolon takımlar tasarlamaya başlamıştı. Ve bu akım kısa bir sürede kadınları etkisine aldı. Hem şık, hem rahat olabilmenin lüksünü yavaş yavaş idrak etmeye başlamışlardı.

‘68 olayları ise pantolon için hızlandırıcı bir sebep oldu. Katherine Hepburn erkek siluetinde ortada dolaşmaya başladı. Bir süre sonra Marilyn kot pantolonu son derece çekici bir kıyafet haline getirdi. Paris gecelerinde genç kadınlar kısa saçları ve pantolonlarıyla kendilerine yeni bir yaşam seçmişlerdi. Özgür yaşam...

Moda sayfalarında 60’lı yıllar her şeyi çabuklaştırdı. 1964’te Andre Courreges bir koleksiyonunda pantolonlar sergileyerek şıklık kavramını alt üst etti. Pantolonun sabahtan akşama kadar giyilebilecek bir giysi olduğunu anlatıyordu. İki yıl kadar sonra Yves Saint Laurent pantolonun kullanma kılavuzunu ortaya çıkardı; hatları ortaya çıkaracak, cepleri olacak, yüksek topukla giyilecek... Ve erkekler için tasarlanan bu kıyafet artık kadınların eline geçmişti.

Ama çiçek çocuklar kavramı modayı başka yollara sürüklüyordu. Kızlar sütyenlerini atıp pantolon giymeye, erkekler saçlarını uzatmaya başladığında artık kimlikler karışmaya başlamıştı. Kadının hayatında pantolon özgürlük, gençlik ve çekiciliğin simgesi olduğunu ispatlamıştı. Pantolonlarda jeanler ağırlıkta olmak üzere bol paçalar, düşük beller, çiçek motifli işlemeler yer alıyordu. Herkes rahatlıktan yanaydı.
Çiçek çocukların dışında yine bir kesim kadın pantolonu tercih ediyor ama şıklık yarışını da elden bıkarmıyorlardı. 80’li yıllarda vatkalı tayyör-pantolon takımlar aktif kadının üniforması haline geldi. Özellikle çalışan kadınlar arasında tercih edilen bu akım belki de yönetici erkeklerin yerlerine göz diktiklerinin bir işaretiydi.

Bundan da kısa bir süre sonra sıkılan kadın eşofmanlar ve rahat, spor pantolonlarla sokaklara dökülmeye başladı. Techno gençlik kendilerine on beden büyük gelen işçi pantolonlarını giymeye başladı. Kırışmayan, hafif pantolonlar zafere ulaştı. 90’lı yıllar ise pantolonun zafer yılı idi. Ve kadınlar pantolonu baş tacı etti... İşte, evde, sokakta on kadından dokuzu pantolon giyer oldu. Ve kadının moda dünyası içinde ünlü tasarımcılar pantolonlarla inanılmaz çizgiler yaratıyorlardı. Şıklık yarışı içinde jeanlerde yerlerini aldılar. 90’lı yılların sonlarına doğru başlayan jean üzerine giyilen kruvaze kumaş ceketler şık ve seksi imajını oluşturdu. Gece davetlerinde, iş toplantılarında bir ara boy gösteren bu akım değişen moda akımlarıyla birlikte yerini kumaş pantolona bırakmakta gecikmedi.

2000 yılı için ise söz tasarımcılarda açıkçası. Süslü püslü pantolonlar, rengarenk, her boyda kesimler, vücudu saranlar ya da üzerinde duramayacak kadar bol modeller, deriler, lycralar hepsi ama hepsi artık mevcut.

Özgürlük ve başkaldırının bir simgesi olsa da rahatlığın keşfiyle ortaya çıktığına inandığım pantolon artık hepimizin günlük yaşamının vazgeçilmez bir tercihi. İster bol paçalı, ister kısa, ister bileklerden sarkan olsun, ister jean, ister deri, ister işlerle süslü olsun kadınla bütünleşen ve kadının çekiciliğine eşlik eden bir aksesuar pantolon. Özgürlük ve rahatlık adına ya da bir başkaldırının ortaya çıkışı adına kadınların eline geçmiş olsa da bence hiç sorun değil. Sanırım her kadını güzel gösteren bir model, çekici yapan bir tarz pantolonda var. Öyleyse özgür fikirler, özgür bedenler diyelim...

LOKUM Turkish Delight!

Namı değer Türk Lokumu...

İçinizden mutlaka eski şeker bayramı gezmelerini yapmış olanlar ya da hatırlayanlar çoktur. Hani çoluk çocuk toplanıp kapı kapı şeker toplamalar, her kapıdan ayrı tadlar alıp akşama karnı ağrıyanlar... Şaka bir yana çok kısa bir dönemine rastladığım şeker bayramı gezmeleri başka bir keyifti çocukken. Hele ki kaselerin içinde sunulan lokumlar. Fındıklısı, fıstıklısı, güllüsü... Bazı kapılardan avuç avuç alır bazı kapılarda ise çekinirdik birden fazla almaya. Hele ki grup içinde ayrı ayrı alıp kendininkini beğenmeyip diğerininkine el uzatmalar çok yaşanmıştır.

Belkide tatlıyı en çok seven millet biz olmalıyız ki şekerlerimiz ve lokumlarımız dünyaca tanınmakta. Heleki lokum tatlılar arasında farklı bir yer alıyor lezzet menümüzde, bayram törenlerimiz de büyükten küçüğe herkesin ağız tadı oluveriyor adeta.

Sadece bizde de değil zamanla dünyanın neresinden gelirlerse gelsinler turistlerin bile dönerken götürdükleri en makbul hediye olmuş lokum. “Turkish Delight” olarak yabancı dilde yerini almış. Lokumu, Türk kadınına da benzettiklerini sanırım herkes bilir. Belki de Türk kadınının annelik duygusunun yoğun olmasından ve sıcak insanlar olmasından böyle bir yakıştırma yapılmış ama bu lakaptan rahatsız olunmadığını da söylemeliyim.

Tam olarak lokumun nasıl ortaya çıktığı kesinlik kazanmamış olsada 15. yüzyıldan bu yana lokum yapıldığı bilinmekte. Bugünkü biçimine ise 19. yüzyılda ulaşmış. 15. yüzyıldan beri Anadolu’da yapılan lokumda önceleri tatlandırıcı olarak kullanılan bal, pekmez ve su bağlayıcı doku un yerine daha sonra, kelle şekeri ve bilahere şekerpancarı şekeri ve nişastası kullanılarak bugünkü lokum şeklini almış.
O dönemlerde lokum yapan kişinin Türk lokumunu dünyada tanıtan Hacı Bekir olduğu biliniyor. Hacı Bekir’in dükkanından aldığı bir kutu lokumu 19.yy başlarında İngiltere’ye götüren bir İngiliz turist sayesinde Türk lokumu “Turkish Delight” adıyla tanınmış ve Türk lokumunun şekercilik literatürüne girmesini sağlamış.
Şekerciliğin Türkiye’de yayılmasını ve özellikle Türk Lokumunun dünyaya tanınmasını sağlayan kişi, Hacı Bekir, küçük yaşlarda şekerci çırağı olarak işe başlamış ve zamanla ustalığa, kalfalığa terfi etmiş. 1777 yılında da ilk şekerci dükkanını açmış. II. Mahmut döneminde ustalığının karşılığında ise sarayın “Şekercibaşılık” ünvanını almış.
19. yüzyıl ortalarında İstanbul’a gelen Malta’lı ressam Preziosi tarafından yapılan, dükkanında şeker satarken Hacı Bekir’i gösteren, meşhur Hacı Bekir tablosu günümüzde Louvre müzesinde ve litograf baskı röprodiksiyonu ise Topkapı Sarayında bulunmakta.

Eski zamana oranla şimdilerde bir çok lokumcu ortaya çıkmış. Ki bunda da başlarda da söylediğim gibi bayramlarımızın ve tatlıyı seven bir millet olmamızın katkısı çok.

Lokumun imalatı;
Lokumun günümüzdeki ana maddeleri şeker, mısır nişastası ve sudur.Bu maddelerin uygun bir oranda karıştırılmasıyla elde edilen eriyiğin belirli sıcaklıkta ve sürede pişirilmesiyle lokum üretilir.

Bu pişirme işlemi doğrudan doğruya ateşle temaslı açık kazanlarda günümüzde buhar ceketli açık ve kapalı kazanlarda yapılmaktadır. Son zamanlarda kapalı devre olarak çalışan sürekli imalat sistemleri gerçekleşmektedir. Pişirme esnasında (başlangıçta hazırlanan eriyik içindeki) fazla su buharlaştırılır ve bu sürede lokum kütlesinde fiziksel ve kimyasal değişim ve oluşum sağlanır. Bu pişirme süresi kullanılan kazan cinsi ve imalatçı firmaya göre 1 - 2 saat olarak değişmekte ve nihai ürünün kalitesine etki etmektedir.

Sade lokumdan başka, fındık, antep fıstığı, hindistan cevizi gibi kuruyemişlerin ilavesiyle yapılan lokumlara ilaveten, çilek, vişne, portakal gibi yaş meyveli, naneli ve vanilyalı lokum çeşitleri de yapılmaktadır.

Lokumun eski zamanlarda daha ziyade ipe dizilen ceviz, badem gibi kuruyemişlerin etrafını saran sucuk şeklinde imal edilir ve satılırdı. Bunlarda tatlandırıcı olarak şekerin yerine pekmez de kullanılırmış. Ambalaj malzemesi ve kağıt temini zor ve masraflı olduğundan 65 - 70 yıl öncesine kadar tahta kutular dışında küçük miktarları dökme olarak satılır, müşteririnin getirdiği kaba ve çok kere halen köylerimizde geçerli olduğu gibi yanında taşıdığı mendile doldurulurdu. “Üsküdar” şarkısındaki “Mendilimin içine lokum doldurdum sözleri, o zamanlardaki satış şeklini açıkça ifade etmektedir.